Sabah saat altı, trendeki pencere kenarındaki koltuğa oturup,önümdeki masaya su şişesini ve kitaplarımı yerleştirdim. Günaydın… Cevap yok. Yolculuk nereye, sorularımı cevaplamadı, duymamazlığa geldi. Karşımdaki konuşma heveslisi değil. Cam tarafında geçen görüntülere bakıyorum. Sıkılmıyorum, konuşmasın diyorum;ben de,‘içimden’ konuşurum. Sudan bir yudum alıyorum. Kitaplardan en sevdiğime bakıp, şimdi mi başlasam, biraz daha zaman geçsin öyle mi… Sabrediyorum. Karşımdakiyle göz gele geldik, Başladım anlatmaya dinliyor gibi …
“Annemin söylediğine göre, zor bir çocukluk geçirmişim… Gizli gizli kağıt yermişim. Ağzım dolusu kağıtları çiğnerken, kaç kez yakalamış beni. Her seferinde parmağını taktığı gibi çıkarırmış ağzımdan. Bu yüzden iştahım yokmuş. Kısa boylu, sıska, çelimsiz, aksine bir o kadar da kocaman göbekliymişim. Doktor doktor gezdirmiş annem, sonunda “pikasendromu” teşhisi konmuş bana. Kağıt yeme tutkumdan vazgeçirmek için çaresi tükenince, kendisi kitapları okumaya karar vermiş. Her akşam sayfa sayfa… Nafile uslanmamışım. Kağıtlar, defterler arkasından kitaplara sıra gelmiş. En sevdiğim ise ansiklopedi. Kopardıkça çoğalıyor, bitmiyor sanki.”
Baktım, dinlemiyor. Beni görmeyen gözlerle bakıyor, öksürüyor, susamışsınızdır, iyi gelir, ister misiniz diyorum. Oralı değil. Tam zamanı, “acıktım” artık. Kitabımın sayfalarının çaktırmadan koparıp gizlice ağzıma atıp çiğniyorum. Arkasından su içip, kaldığım yerden anlatmaya devam ediyorum.
“İlk yediğim kitap; A5 boyutunda “Pinokyo” kitabıydı. Tadı damağımda hala… Kalın cilt üstüne 135 gr kuşe kağıda basılı kapağı yediğimde, kimsenin haberi olmamıştı. İkinci sayfanın gramajı daha hafifti: 80 gram. Cips gibi, ağızda dağılıyor. Bir sonraki gün, iç sayfayı ve yazarın hayatını anlatan kısmını yediğimde ailemden tek bir kişi bile farkına varamadı. Her gün ‘yeni bir sayfa’ yiyordum. Son sayfaya henüz ağzıma atmıştım ki, annem, odama girdi. Birden bakışları gözüme, burnuma takıldı. Tuhaf görünüyor olmalıydım ki; cevabımı beklemeden yanımda bitiverdi. Burnun kızarmış, göz pınarlarının yanları da kızarık: “Hasta mısın?”, ‘Yok, iyiyim’, demek istedim. Yalan söylediğimde burnum kızarıyor, göz pınarlarım da şişiyordu. Bir yandan da, son sayfayı çiğniyordum hızlı hızlı… Tam ‘yuttum’ derken, dişime takılı “küçük yazılı kağıdı” gördü. “Aç ağzını” diye bağırdı. Ansızın odanın içi, ıslak harflere kaplandı, kelimeler, çiğnenmiş cümleler etrafa saçıldı. “Yine” mi dedi iç geçirerek; “yalan söylüyorsun”, yine mi, ”kitap” yemeğe başladın. “Piko Sendromu” tekrarlıyordu. Üstüne üstlük; “pinokyo etkisi*”de baş göstermişti.
Şimdi, kitap adına her şey yasaklanmıştı. Evdeki bütün gözler üzerimdeydi. Uzun bir süre, “kitap” yemekten vazgeçmiş, “iyileştiğime” inandırmıştım. Kitaplardan uzak duruyor, her akşam yatmadan önce, kimsenin ruhu duymadan, odama istiflediğim kağıtlara günlük yazıyordum gizlice… Siyah mürekkepli dolmakalemim: Munchkinimle* “kahramanlar*” yaratıyor, tanımadığım ülkelerde geziyor, yazdığım sayfayı bitirdikten sonra kendime ziyafet çekiyordum.”
Gözleri aralandı, beni inceliyor. Yakaladım. İçimden konuştuğumu anlamış gibi, eee sonra diyen haliyle devam ediyorum hikayeme, birkaç yudum su daha içiyorum, konuşmak susatmıştı. Birkaç sayfa daha kopardım yeniden…
“Çocukluk bitmiş, nihayet, ergenliğin de sonuna gelmiştim. Uzun zaman, gün doğumuna kadar yazılarımı yazmaya devam ettim. Her yazdığım sayfayı bitirdirip yediğimde aldığım tat güzeldi de, eksik bir şey vardı. Basılı kitaplarda aldığım tadı arıyordum. Artık matbaadan çıkmış “gerçek kitap” yemek için kolları sıvadım. Önce, gramajları farklı farklı kağıtlarla birlikte renkli mürekkepler satın aldım. Ofset baskı tadı versin diye kağıtları forma haline getirebilmek için 100 x 70 cm tabaka kağıtları katlama tekniğini öğrendim. Dördün katlarıyla “forma” elde edeceğim bilgisinden sonra sekizlik formalar halinde kitabımı oluşturdum. 16 sayfalık kitabım olduğu gibi 32, 64 ya da 96 sayfalık hazırlayabiliyordum.. Formaları üstüste koyup ağaç tutkalıyla yapıştırdım. Son olarak, kalın 250 gramlık bristol kartondan “sert kapak” taktım. Kokluyorum. Matbaa mürekkebinin kokusu üzerinde, matbaadan yeni çıkmış gibi, çıtır çıtır… Tek fark, çoğaltılmamış, eşi benzeri olmayan kitabımı sadece ben okuyabilirim ve yiyebilirim.”
Uzun bir süre içimizden konuşarak sohbet etmeye devam ettik.
…
“Perşembe gecesi, gün doğumunu izlemek için alarm kurdum. ‘Uyanamam, kaçırırım’ diye pencereyi kapatmadan uyudum. Alarm çaldığında kalkıp dışarıyı seyretmeye başladım. Masanın başında kâğıda munchkiniyle** yazarken uykudan gözlerim kapanıyordu. Oysa güneş doğumu 45-50 dakika sürüyor. Bu süre, ne günün başlangıcı ne de sonu. Arada kalan ‘muğlak zaman’. Görülmemiş, duyulmamış henüz yaratılmamış, olmayan şeylerin görüldüğü bu anda; yazılmamış kitaplar, yapılmamış resimler, çekilmemiş filmler, yaratılmayı bekleyen kahramanlar ortaya saçılıyor. Güneş ışınları gözlerimi kamaştırdığında, görüntüler sıradan, bilindiği hallerine bürünecek, göz kapaklarımın kapanmasıyla ansızın, bütün görüntüler kaybolacak. Gözlerimi açıp-kapama sırasında belleğine kayıtlı olmayan kelimeler, resimler, fotoğraflar, filmler, şiirler, şarkılar, okunmamış kitaplar var, kaçırmamak için göz kapaklarımı kaşlarıma doğru üç yerinden bantladım. Gözlerimi kırpmadan, hafızama kayıt etmek için hazırdım. Zevk uyandıran, uğruna şiirler yazılan bu manzara önündeyken beynim artık kayıt cihazı gibiydi. Karanlık her yer, siyahın binbir tonu ışıkla değişmeye başladı. Bir yandan beynim kayıt cihazı gibi çalışırken, tonlar da değişiyordu. Her anı kaydetmek için yazar, masanın başında öykülerini yaratıyor. Yarattığı kahramanlar, gelecekte yaratacağı kahramanları var. Karakterler, sürekli değiştirilmesinden mutsuzlar. Mesela, “tartışıp kavga ediyor, ‘munchkink’ elini kaldırıyor yeni bir kişiliğe çevirme, ‘kalem’ olarak mutluyum. Hoşik, artık hurdacının karısı olamam. Karşı yolda, dokuz numaralı apartmanın beşinci katında, 41 numaralı dairede yaşayan yazarın, buruşturup attığı kağıtlardaki yazdıklarını toplamam yüzünden kocamla aram açıldı. Boşandım ben de. Şu an, yayınevinde yazarın attığı sayfalardan kitap hazırlıyorum”, diyor.
Meraklı gözlerle baktığını görüyorum, tam da kitabı yemeği de bitmiştim. Ne oluyor der gibi soruyordu. Hikayeyi merak ediyordu kuşkusuz, anlatmaya devam ettim. Dişime takılı kağıdı bilmeden anlatıyordum da anlatıyorum…
…
“Güneşin doğuşuna az zaman kala, göz kapaklarıma yapıştırdığım bantlar gevşiyor. Az kalsın gözbebeklerimin üstüne düşecek. O an aklıma ‘göz kapaklarını aldırma’ düşüncesi geçiyor. Hiç bir yerde görülmemiş görüntüleri, göz kırpmadan görebileceğim. Aldırdığım göz kapaklarımdan ‘kitap cildi’ yapmaya karar verdim. Üç yıl önce kendi cildimden yaptırdığım dördüncü kitabım kütüphane*** rafında yer almıştı. Beşinci kitabı çıkartma zamanı gelmiş de geçiyordu. Kitabım içinde de ‘ne olmalı’ diye düşünürken, birden 45-50 dakika içinde doğan güneş ışınları için ‘gözde yarattığı kamaşmaya kadar geçen süredeki görüntüler’ olmalı dediğimde; ‘en sevdiğim yazarın**** kitabını’ yemeğe başlamıştım. Bu arada ressam tuvalini, yönetmen filmini, müzisyen bestesini yemektedirler…”
* ”Pinokyo etkisi” : Emilio Gomez Milan ve Elvira Salazar Lopez adlı İspanyol bilim adamları, geliştirdikleri yeni termografik uygulamalar yardımıyla, insanların yalan söylerken yüz ısılarında değişiklikler meydana geldiğini saptamışlardı. Buna da Ünlü çocuk romanı Pinokyo’dan esinlenerek, tanımlamışlar
**munchkink : Lamy marka dolmakalem
***kahramanlar : Hurdacı, Hurdacının karısı Hoşik, Sahaf, Karşı yolda balkonda çamaşır asan kadın ve kocası, sokaktaki çocuk, satılık eve bakan adam, kapıcı dairesinde yaşayan makine mühendisi, asfalt yolda koşan sporcu, yolun karşısında beşinci kat 41 numaralı dairede yazılarını beğenmeyen yazar, konuyla alakası olmayan veteriner, herhangi bir kedi, gelecekte yaratılmayı bekleyen sayısı bilinmeyen kahramanlar
Aynur Türk kimdir?
Aynur Türk, basımı tükenen kitabı olmadığı gibi, yayımlanmış kitabı da yok. Sürekli yazıp yazıp siler ve yer.
edebiyathaber.net (19 Aralık 2019)