Varvara’dan Amasya’dan Tire’den
Bir kaz aldık pazardan
Çatladı gitti nazardan
Sekizimiz hopladı
Dokuzumuz dürtledi
Ağzımız şap şap etti
Karnımızın hiç haberi yok.
Babamın bilmecesiniiii;
Sakııııız, deyip bilir iken.
Develer tellal
Pireler berber iken
Ben bakkal Sabri Amca’nın dükkânının ekmek büfesinde haftalık yevmiye ile çalışan çırak iken. Akşam olup satılan ekmeklerin hesabı çıkınca bilmezden geldiğim eksik paranın tarafımdan zunkla şekeri alınıp yendiği tespit edilerek haftalığımdan kesilir iken.
Bakkal Sabri Amca; iri yarı, babamın arkadaşı. Üstünde hep toprak renkli uzun bakkal önlüğü. Önlüğünün önü boynuna kadar ilikli.
Eksik hak edişle eve dönüp olayı gurur yaptığım, evdekilere söyleyemediğim zamanlardı. Yağlayıp ballayarak ufak yaşta ticarete atılıp nasıl zengin olduğunu söyleyenlere inanmayın. Ya çocuk değillerdi ya da mahallelerinde zunkla şekeri satılmıyordu.
Kasada çıkan açık beni Kuran kursuna yazdırdı. İmana geleyim diye değil. Okullar tatil olduğunda gündüz top oynayıp ayakkabıyı yırtmayayım diye. “Seneye de giyer papuçları”ydı. Pazardan alma.
Kışın Kuran kursu yok, top yok ama ilkokulun karşısındaki yol kar tutuyor. Bu iyi. Yokuş müthiş. Benim çanta tahta, en iyi o kayıyor. Çocuklara okul çıkışı bayram. İnsan bir tek öğretmenini hatırlamaz mı? Yok. Hatırlamıyorum.
Ama iki buçuk lirayı nasıl bulduğumu hatırlıyorum.
Cami imamından Allahhümme İnna nesteinüke’deki inuke’yi iyi çıkaramadığım için “Belle de gel” denilip enseme şaplak yediğim günlerdi. Demirlibahçe’nin ara sokaklarında dört tekerli tel araba sürerken çöpler arasında mavi buruşuk bir kâğıt parçasıyla önce bakıştık. Kalakaldım. Arabayı bırakıp elime aldım. Gerçek. İki buçuk lira yazıyor. Arkası, önü tastamam. Yer yer açık mavi rengi kirlenmiş. Fırladım eve. Parayı kapıp onca yolu kısa sürede nasıl aldığımı, benden dakikalar sonra arkamdan bizim gecekonduya salkım saçak düşen peşimdekilere nasıl fark attığımı kimse bilemedi. Ben de.
Usain Bolt o zaman daha doğmamıştı.
Anneme parayı bulduğumu nefes nefese anlatıp, sekiye oturdum. Hava bende, hazine ondaydı artık. Annem bize bisküvi arası lokum ısmarladı o parayla. Hayatta bedava yediğim ilk ve son lokma oldu. Lokmalar çabuk bitti ama bu efsane mahallede uzun yıllar devam etti.
Şimdi hatıra kalıntıları peş peşe, yan yana, üst üste dizilmeye başladı. Nasıl ki yumağın ucundan çektiğinizde bir türlü tutamazsınız, yuvarlanır gider açıla açıla; geçmişin iplik çilelerini de çözmekle bitiremezsiniz bir türlü.
Yaz tatilinde Samanpazarı’ndan aldığımız kader-kısmetleri sattığımız günlerdi. Çikolatalar müşteriye çıkmasın, bize kalsın diye numaralarını silerdik. Boş yok, boş çekene bir gofret. Eve dönüşte gofretlerin kenarının tırtıklandığı en küçük kardeşimin dudak kenarlarındaki kırıntılardan anlaşılırdı. Yapacak bir şey yok. Gofretler jiletle kenarlarından kesilip küçültülür, biraz incelmiş olarak kaderciye kısmet olarak sunulurdu. İş kârlıydı.
Satıcı arttı. Mahalleli gofretin gerçek büyüklüğünü öğrendi. Bizim iş yattı.
Cebeci Ortaokulu, ceket zorunlu, bende önü aslanlı bir kazak. Kiracısı olduğumuz Hikmet Teyze’nin verdiği eski ceketi annem düzeltti. Babamın laciden siyaha dönmüş trenci kravatı biraz yağlı olsa da uydu.
Okul dönüşü yere yazılan sofra bezinin üstünde hep aynı öğle yemeği; çökelek peyniri, pekmez, köyden getirdiğimiz yufka ekmek. Mevsimiyse kapı önünden yeşil soğan. Bazen turşu. Yoksulluğun gözü kör olsun, diye isyanımızı yanıtlardı annem. Varsıllığın açıkgözü, mahalle aralarından gelen kızartma kokusuydu o zamanlar.
Bakkal Kısmık Namık’ın borç defterine eklemeler yaptığı ortaya çıkınca veresiye bitti. Annem ördüğü iğne oyalarını Cebeci Pazarı’na götürüp satmamı istedi. Nasıl kıydı onlara? Parasızlık işte. O kıydı ama ben kıyamadım. Bir sandığın üzerindeki değişik desenli değişik işlevleri olan oyalara annemin söylediğinden daha çok para istedim. Hiçbiri satılmadı. Olsun daha iyi. Ama para da lazım. Bu kez oyaların fiyatlarını yarı yarıya indirdim, yine satılmadı. Birkaç tane satsam limonata içecektim. Dudaklarım kurumuş, güneşte kavrulmuş halde kös kös eve döndüm. Annem üzülmedi. Ben de rahatladım. Zaten daha önce de su satmaya gittiğimde Çin Çin’in kopilleri testimi kırmıştı. Yaz günüydü. Kanadım kırılmış gibi oldu. Testinin elimde kalan kulpunu bir türlü bırakamadım. İmkânsızı erken fark ettiğimiz yıllardı.
Mahalle delikanlılarının kızlara yüz vermeden gönül verdiği günlerdi. Her evden en az iki üç çocuk vardı akşam buluşmalarında. Yakın apartmanın giriş katında oturan Rıdvan ve kız kardeşinin aramıza katılmalarını çok isterdik. Ben Filiz’e âşık olmayı düşünüyordum. Ara sıra bana bakıyordu, iğde kokardı, sonra hep iğde kokan kızları sevdim. Babaları geceleri bırakmazdı. Biz de kapı zili çalıp kaçma eylemini en çok onlarda yaptık. Oh olsun.
Yazın havanın kararmasıyla mahallenin gençleri köşede toplanırdı. Güzeltepe Sokağı’nın yukarılarına doğru. Tek sokak lambasının olduğu yer. Bakkal Kısmık Namık’ın dükkânının bahçe duvarı önü, az aydınlık. Uzaktan kim olduğumuz seçilmiyor. Mahalledeki tek çeşmenin başı. Gözü dışarda kalıp evden bir an olsun uzaklaşmak isteyen kızların bakraç doldurmaya geldiği çeşme. Kışın donan bahçe çeşmesini su kaynatarak açmak ayrı bir heyecandı bizim için.
Futbol muhabbetinden derslere kadar olan kısım sıkıcıydı. Ne zaman hangi bahçeye dalıp meyve çalacağız konusu gelse ortaklık hareketlenirdi. Kimin misafirliğe gideceği zaten gündüzden bilinirdi. Bu arada birkaç evden gürültü şikâyetleri ve o evin çocuklarını içeri çağırmaları yanıtsız kalarak sohbet devam ederdi. Eylemsizler duvar üstüne tüneyip ayaklarını ileri geri sallar, çekirdek çitlerdi. Dükkânın önünde dayandığımız uzun beton duvar grubun bellek havuzuydu. Pek az arkadaşımız iki – bilemedin üç – katlı apartmanlarda otururken, biz bahçeli gecekonduda yaşardık. Arkada kömürlük ve kümes. Aynı yerlerde yüzüp durmaktan sıkılır başka dünyalar hayal edip onları tartışırdık. Ayva çalmak için uzak mahallelere gidişimiz, büyüdükçe anne babalarımız gibi burada tıkışıp kalmama isteğinin ufak denemeleriydi. Onlar gibi buralarda tükenmemek bu nedenle de uzakları tanımak istiyorduk.
Üzerine dayanılan uzun beton duvarın tam karşısında Doktor Hüsamettin Amcaların evi. Çocuklarından Nazmi bizden küçük ama ekipte. Nuran yaşıt ama hiç karışmaz. Gürültünün yükseldiği bir gün Hüsamettin Amca balkondan ağzına geleni saydırdı. O gece Nazmi bahçelerindeki kirazları övdüğü için onların bahçeye dalacaktık. Hepimiz kaçtık, Nazmi’de.
Yavuzların bahçesi büyük ve meyve ağaçları çok, “Annemler yok, bugün bizim bahçeye dalalım,” demesini beklerdik. Yavuz’un bahçedeki köpeklerini sakinleştirmesinin ardından sekiz on kişi meyveleri yapraklarıyla kopararak ceplerimizi ve koynumuzu doldurup sanki birisi gelecekmiş gibi hızla kaçardık. Toplanılan yer yine çeşme başı olurdu. Ganimet paylaşılıp, yenmeye başlanır, bu noktada sohbetin tadına doyulmazdı. Ertesi gün Yavuz’un asık suratı, köpeğin nasıl olup da hırsızı bahçeye bıraktığı sorusu evde neler olduğunun belirtisiydi. Bizim bahçedeki meyveler çağla halindeyken tükendiği için rahattık.
Köşeden aşağı doğru sağda geniş bahçeli tek katlı ev bizim için çok çekiciydi. Ama evin oğlu Turşu bir türlü izin vermezdi ki bahçeye dalalım. Şişko, sessiz, sarı, tatsız. Sirkesiz lahana turşusu gibi bir çocuk. Adının Tuncay olduğunu da sanırım sadece annesi biliyordu. Turşu’nun annesi Binnaz Teyze.
Sinemada ipler koptu. Yıldız açık hava sineması yazın toplaştığımız yerdi. Bize can ve heyecan katan yerde şimdi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Kliniği var. Mahallede ayakta kalanlar kimi zaman yine orda toplanıyor.
Bir yaz günü gelecek film anons ediliyor. “ Orhan Günşiray başrol, filmin adı: Binnaz.
“Aşk, heyecan, tutku, itiraz.”
Film geldi. O gün boş olan birkaç arkadaş, sinemanın temizlik, sandalye dizme, çakılları sulama işlerini yapıp akşam bedava girme sözü alıp döndü.
Zaten filmler başlamadan biz sahne alır film bittikten sonra da dağılana kadar rolleri oynardık
Mahallenin kopilleri, on beş yirmi kişi yan yana Turşugil’in arkasındaki sıralara oturduk.
Orhan Günşiray başrol, filmin adı: Binnaz.
Aşk, heyecan, tutku, itiraz.
Başladık: “Turşunun annesi Binnaz, aç kapıyı biraz, cepler dolsun kiraz.” Karanlık ama herkes az çok komşu. Sinemadan atıldık.
Olan olmadı, kapı kilidinin ne işe yaradığını ilk kez Turşugilin bahçede gördük.
Gece bahçelere dalmada benim ve kardeşim Mustafa’nın en büyük sıkıntısı ufak kardeşimin peşimize takılmasıydı. Gelme desen durmaz, gelse bizim kadar hızlı kaçamaz, kuyruktu. Sonradan lakabı da kuyruk kaldı. Annem onu bizim yediğimiz haltları ispiyonlasın diye zorla katardı yanımıza. Oysa bayram namazlarına uyandırılırken ikimiz çekerdik sıkıntıyı. Tüm yalvarmalarımıza rağmen, bir gün önce tembihlense de, kalkmaz, annemin üzerimizdeki yorganı çekip almasıyla mecburen, babamla caminin yolunu tutardık.
Ramazanda top patlamasını babama ben haber verirdim. Evimiz tepeye yakındı. O zaman Abidinpaşa’da bir tepede atılan topun dumanının görüntüsü sesten önce geldiği için onu görür görmez eve koşup, uzaktan baba top patladı, diye bağırırdım. Babam önce bir tane zeytin tanesini ağzına atar sonra çay bardağını doldurur, “Çok şükür” der, içerdi.
Mahallemizde dört bucaktan gelmiş insan vardı. Boşnak da. Hayriyehanım Teyze bizi kovalamak için hep Boşnakça bağırırdı. Önce Sezaiaa diye oğlunu çağırır Sezai sesten kaçmak için arkamıza saklanırdı. Ses gelmeyince saydırırdı. Pek iyi şeyler söylemediğini tahmin etmek zor değildi. Kopile, koyetiye mayko tako rodila bresobrasa. En çok söylediğiydi. Türkçe kıyamazdı herhalde.
Boşnak oğlanlardan kızlara laf atmak için, kimi sözcükleri öğretmelerini isterdik, en güzelleri onlardı. Sonuç hüsran olurdu. Bize öğrettikleri cümlelerin küfür olduğu sonradan ortaya çıkardı.
Biz de Polis İhsan Amca’ya “ yebem tu mayko, piçko” diyerek hıncımızı ondan alırdık. O gülerdi. Bir de sır verirdi, “Camekânlı bakkalın altındaki evin penceresine bakmayın.”
Niye bakacaktık ki? O söyledikten sonra karşı kaldırımdan daha çok geçtik. Pencerenin yarısı da yer altında gibiydi. Orada oturan Moskova Radyosu’nu dinleyen Komünist Ali imiş. Ali’nin oğlu da bizim aramıza hiç karışmaz hatta Sağlık Ocağında dağıtılan süt tozu kuyruklarına girmezdi. Kiracılardı. Sonra Şerban Teyze, oğlu yaramazlık yapıyor diye çıkartmış. Gittiklerini görmedik.
Bizim evin karşısında oturan Yaşar Abi’nin kaldırım olmadığı için yol kenarında park halindeki Austin arabasını herkes bilirdi. Hep kapı önünde tamirattaydı Austin. Yaşar Abi’nin kafası, kalkık ön kaputun altında. Yıllarca güneş altıda kalan arabanın rengini sorarsanız kahverenginden yeşile kadar hepsi doğrudur. İte kaka birkaç kez çalıştırdık, nasıl sevinmiştik payımız var diye. Soluyan beygir misali. Sonra tıksırıp kaldı. Bir daha yürüdüğünü görmedik.
Yazın Şafaktepe Camiin yan bahçesi top sahamızdı. Mahalledeki tek topun sahibi şişko Fırat’ı takıma almak ve tesis yetersizliği sorundu. Yine de Puşkaş olamamış çok yetenekli amatör topçu yetişti oradan. Hava karardıktan sonra bile annemin yamaca çıkıp bizleri iki üç kez çağırmasından sonra ancak bırakabilirdik maçı. Ders çalış ısrarının hoş tarafı kitap arasına saklanan Tom Miks Teksas, Pekos Bill okumaktı. Bulabildiğimiz kadar. Eh bu konuda yine de şanslıydım. Fakülteyi bitirene kadar ilkokul hariç her sene ikmale kaldım. Dolayısıyla kitaplar ve içindeki gizli maceraları okumak için bol bol vakit buldum.
Kimini rüyasında köpek kovalar veya bir yardan düşer. Ben hep İngilizce imtihanına girdim. Hep bilmediğim yerden geldi. Sanırım bildiğim yer de yoktu. Yazılı sözlü fark etmezdi.
Kışın, Güzeltepe Sokak kızak kayma pistine dönüşür gecelerimizin en büyük eğlencesi olurdu. Karın lapa lapa yağmaya başlamasıyla yol ufak kızaklar ve çocuklarla dolardı. Sokak; Göz Bankası’nın Mamak Caddesi’ni kestiği noktadan başlar ufukta küçülerek dümdüz Şafaktepe’ye dönene kadar giderdi. Pek çok ara sokak açılırdı bu iki üç kilometrelik yola. Giderek artan yokuş, çıkışta sona doğru zor, inişte kolaydı. Uygun yer ve hava koşulları abiler tarafından tespit edildiğinde çatıya çıkmak için kullandığımız bahçemizdeki uzun ağaç merdiven – babamın çaktığı!- karlarla buluşurdu. Kalın giysiler, örme eldivenler tamam, izin alındı. Yer bulamayanlar ayakta bir öndekinin omzuna abanmış olarak seyahate başlardı. Kaşar dilimi kadar bile boş yer kalmazdı. O durumda sona kadar gidebilmenin ne denli zor olduğunu bilseler de çocuklar yolda kar üstüne devrilmenin heyecanını yaşamak isterlerdi. Şafaktepe’ den başlayan kayma, yokuş aşağı giderek hızlanır üzerinde yirmi yirmi beş oğlanla – birkaç kız, Nafiye ve Nadire abla başta – Demirlibahçe Karakolu’nun önünden geçer, merdiven kızağın düzlükte yavaşlayıp durmasıyla sona ererdi.
Müjgân’ın da binmesini isterdim hep. O kapı önünden izlerdi. Çok güzeldi. Mahallede dışardan gelip onu görmek için tur atan delikanlıların çoğaldığı yaşlardaydı. Ailesinin zengin ve okumuş olması güzelliğinin yanı sıra ona bir saraylı asaleti kazandırmıştı. Yürüyüşü bile ahenkliydi. Ah Müjgan ah. Ondan değil, Cebeci Ortaokulu’nda çaka çaka yaşı geçmiş bir sınıf arkadaşımın mektubunu Müjgan’a vermeye kalkmam hayatımın en büyük salaklığıydı. Mektup müdüre gitti. Benim kulaklar çekildi, Hüseyin okuldan atıldı. Müjgan’ın yüzüne bir daha bakamadım. Bir süre sonra da taşındılar. İkinci, üçüncü geçişte bağırıp çağırmadan etkilenen karakol polisleri inerken bir şey yapamasalar da merdiveni yukarı çekerken bizim kulaklar da onlardan nasibini alırdı. Pişmanlık yasasından yararlanmaya kalkışmak bize yakışmazdı. Yavuz’un abisi gıcık Yılmaz bir keresinde öne oturup zaten trafiğe kapalı geniş sokakta, merdiveni iyi yönlendiremeyip park eden polis otosuna kaykılınca bizde hep beraber karakola kaykıldık. Merdivene el kondu. Merdiveni kaptırdıktan sonra bir süre yetim kaldık.
Nihat’ın babası, Salih Amca, boy ibresi uzunu gösterir, başında hiç eksik olmayan bir fötr şapka ve yengeç gibi yan yan yürüyüşüyle- nedendir bilemezdik- hiç çocuklara karışmayan, konuşmayan birisiydi. Yürüyüşündeki o çok yüksek bir makam adamı havası, onun Makine Kimya’da marangoz olduğunu öğrendiğimizde gözümüzde daha da büyüdü. Bize sıfır bir merdiven yaptırdı. Doğrusu böyle bir jest Salih Amca’dan beklemiyorduk. Birkaç gün sonra Makine Kimya işi merdiveni de kaptırınca gece Dikimevi köşesindeki Ulubay Pastanesi’nin önü mekânımız oldu. Komşu çocuğu Nevzat orada çalışıyordu. Karanlık bir köşede durup Nevzat’ın fırsat buldukça bize getirdiği bedava saleplerin tadı şimdilerde yok artık.
Lise başlarında sesimin sabah çiğ yumurta içmeme bağlı olarak güzel olduğunu keşfeden Şafaktepe Camii imamı Ali Efendi bana ezan okuma teklifinde bulundu. Kolları sarkık, bedeni öne doğru eğik, ayakuçları içe dönük yürüyen hoca bana hep komik gelirdi. Teklifi de öyle oldu. Kabul ettim. Kuran ve namaz da biliyordum. Minareye çıkıp tüm mahalleye seslenmek çok hoştu. Her ne kadar arkadaşlar ezan saati aşağıda toplanıp beni güldürmeye çalışsalar da yaz aylarında göreve devam etim. Duyanlar zaten cami etrafında namaz için toplananlardı ama benim döne döne ergenlik sesimle çok içten ve güzel ezan okuduğum mahallede konuşulur oldu. Vakit benim için üçtü. Sabah ve yatsı izinliydim.
Cami serüvenim önümde namaz kılan sütçü amcanın topuklarındaki boku gördüğüm gün sona erdi. Bir de hoparlör takılıp ezanın minareye çıkmadan aşağıdan mikrofonla okunuşu. Hocaefendi ezanı kendi okumaya başladı. Ne ki yaz günleri caminin içinin serinliğini unutamadım. Aradan yılar geçip Mescid-i Aksa’yı ziyaretimde serin bir mekânda uykunun tadını çıkaranları, esans satanları görünce çocukluğum geldi aklıma. Bir de çıkışta arkadaşlarımın bulamadıkları ayakkabılarını beşer dolar ödeyip Filistinli “koruyucu” dan satın almalarına çok güldüm. Ayakkabımı elime alıp girmiştim içeri, cami deneyimi, çocukluktan kalma.
Bakkal Sabri amcayla başladık Bakkal Kemal’le bitirelim mi? Cebir- geometri öğretmeni. Gazi Lisesi son sınıf. Aynı irilikte, aynı toprak rengi önlük- bu yüzden bakkal diyorlardı sanırım- aynı tontonluk. Şu meydandaki adamlara benzemeyin- Hergele Meydanı’nı kastediyor– , gezin, orman çiftliğine kızları götürün, diye lise bitirmeye aylar kala bize hep baba nasihati verdi. Koskoca cebir öğretmeni bir bildiği vardı elbet. Dediğini yaptık. Zaten trigonometri kâbusumdu. O sene Gazi Lisesi son sınıftan bir kişi Haziran’da mezun oldu. Sarp, meydandakilere benzemeyen, mavi gözlü, sarı, kıvırcık saçlı, sessiz bir çocuktu.
Mahalleden Üniversiteyi kazanan ilk çocuk bendim. Hep dört buçuktan beş alıp geçtiğim için mi ne tıp fakültesine yedekten son anda kapağı attım. Bu en çok annemi gururlandırdı. Gündüz komşulara çay servisi geceleri de devam edince babam belli bir saat geldiğinde pantolonu çıkarıp pijamayı giyip sedire oturur oldu. Konuklar mesajı alıp annemin oturun ısrarlarına rağmen giderlerdi. Babam, “Avrupa’da da böyle,” diye savunurdu davranışını ama kimse inanmazdı.
Yaklaştıkça sona yumağı çektik sağa sola.
Mademki çıktık bu yola.
Diyemedik olmadı, baştan dola.
Ne şundadır ne bunda
Orada, burada, dört yapraklı yoncada
Eshab-ı keyf uykusunda
Ben çıraktım Sabri Bakkal’da
O günleri arıyorum bulmamacasına.
Öykü mü arıyordun dünyada
Al, işte, burnunun dibinde.
Hayatımda yankısı olan insanların hatırasına
Yaktığım bir mum yerine geçsin onların anısına
Geçmişimin gerçek kahramanlarıdır aslında.
Schubert’in mutluluk koşusuydu
Kimse dinleyemedi finali
Bitmedi senfoni.
Naki Selmanpakoğlu kimdir?
Hacıbektaş doğumlu. GATA’dan emekli olup halen bir özel hastanede Plastik Cerrahi Uzmanı olarak çalışıyor. Öyküleri; Lacivert, Sözcükler, Edebiyat Haber, Edebiyatist dergilerinde yayımlandı.
edebiyathaber.net (31 Mart 2020)