“Bir şeyler kırılıyordu, bir şeyler kırıldı. Kendini -nasıl demeli?- dayanaklı hissetmiyorsun artık: sana bugüne kadar güç veren –öyle sanıyordun, öyle sanıyorsun- yüreğini ısıtan şey, varoluş duygun, neredeyse önemli olduğun duygusu, dünyaya bağlanma, dünyada kalma duygusu eksikliğini hissettirmeye başlıyor.”
Georges Perec-Uyuyan Adam
Ne zamandan beri koltuğun üstünde durmakta olduğunu bilmediği bornozunu sabahlık niyetine kullanıp üstüne geçirmiş. Mutfak masasına koyduğu kitaba şöyle bir bakıyor. Bugün beş on sayfa okuyacağım diye geçiriyor içinden. Arkadaşının hediyesi. Doğum gününde almıştı. Doğum gününü hatırlayan ve hediye alan ender arkadaşlarından. Dışarıdan bakılınca böylesine yalnız birinin, böyle bir arkadaşı olması büyük şans. Onu çocukluğundan beri tanıyor. Arkadaş edinme becerisinin olduğu yıllardan… En son o zamanlar insanların arasına karışabiliyormuş gibi geliyor. Çocukluğun merakı ve özgüveniyle fütursuzca konuştuğu, iletişim kurabildiği yıllar… Şimdilerde ağzını bıçak açmıyor. Hala eski arkadaşlarının isimlerini, evlerini, işlerini, ailelerini hatırlıyor. Ama onların çoğu onu anımsamıyor. Artık kimse onu anımsamıyor. Silik, siyah bir nokta… Yüzündekiler gibi… Ansızın ürperiyor. Pencerenin açık olduğunu fark ediyor. Ama kapatmaya davranmıyor. Hasta olmak istiyor. Yatağa düşmek… İşten de izin alsa… Ona bir tabak çorba verecek kimse yok. Olmasını da istemiyor. Bu ıssızlığından vahşi bir zevk alıyor. Yorganı üstüne çekip ısınmak için debelenmek, bir yandan da rutubetli odasının duvarlarını izlemek istiyor. O duvarların onu geçmişe götürmesini; oradaki acıları, pişmanlıkları, hayal kırıklıklarını tekrar yaşatmasını istiyor. Zira yeni acıları unutmak için eski acılarını hatırlamayı tercih ediyor. Hastayken dibi boylamak, denizin karatabanına kadar varmak; sonra yavaş yavaş ayağa kalkmak… Deri değiştirmeye ihtiyacı var bir nevi. O yüzden bazen hasta olmak iyi geliyor. Yalnızlığı artık onu rahatsız etmiyor. Soğuk bir kış günü içilen şarap gibi içini ısıtıyor. Konuşmayı unuttuğunu hissediyor. Kendini ifade edebilme yetisini… Zaten kendini ifade etmek de istemiyor. Söyleyeceği bir şey yok. Kendini açıklamak zorunda kalmaktan oldu olası nefret etti. Kim demişti, konuşmak anlamsızdır; ama susmak daha da anlamsızdır. Galiba Ionesco’ydu. Önemi yok. Neyin anlamlı neyin anlamsız olduğunu düşünmeyi bıraktı. Keşke düşünmeyi de bırakabilse. Bu mümkün gözükmüyor.
Kulpsuz kahve bardakları elini yakıyor. Yine de bu bardaklardan almaya devam ediyor. Vücudunda hissettiği tepkiler ona hayatta olduğunu -inanmasa da- yaşadığını hissettiriyor. Zaman yavaş akıyor. Özellikle işte. Neyse ki fazla iş arkadaşı yok. Yalnız, sessiz, kimsesiz memurlardan o. Çalışanların çoğu ondan yaşlı. Emekli olup bağ bahçe işleriyle uğraşma hayallerinden bahsedip duruyorlar. Türlü yalanlar uydurup yanlarından sıvışmanın bir yolunu buluyor. Dışarıdan soğuk ve mesafeli gözüktüğünün farkında. Aslında korktuğunu kimse bilmiyor. Öylesine uzun zaman oldu ki artık korkuyor. Yeni bir yüz görmek, yeni bir ses duymak onu ürpertiyor. Yeniliklerden nefret ediyor. Sürprizlerden, beklenmedik gelişmelerden. Hayatında bir kadın olmaması eskisi kadar canını acıtmıyor. Onun hayali kadınları var. Yüzlerini kafasında tam oturtamasa da esmer, sarışın, mavi gözlü, hokka burunlu, koca dudaklı bir sürü sevgilisi var. Her gün bir başkasıyla yaşıyor. Birini bir diğeriyle aldatıyor. Kimisini ondan daha yaşlı tahayyül ediyor. Yaşından, olgunluğundan, güngörmüşlüğünden faydalanıp memelerine sokuluyor. Kimisi ise daha genç. Onlara bildiği her şeyi anlatıyor. Okuduğu tüm kitapları, izlediği tüm filmleri… Körpeliklerine, heyecanlarına, utandıklarında kızaran yüzlerine âşık oluyor. Bu kadınların hepsine birer isim koyuyor. Hepsinin farklı karakterleri var. Merak ettiği tüm kişiliklere bu kadınların dolgun vücutlarında hayat veriyor. Bazıları acımasız oluyor. Kalbini kırıyor. Hayallerinde bile kalbinin kırılmasına izin veriyor. Acıdan besleniyor. Ağladıkça rahatlıyor. Göz pınarları kuruyana kadar ağlıyor.
Evi küçük, loş, rahatsız edici. Eşyaları ikinci el, birçoğunu bitpazarından almış. Banyo dökülüyor. Mutfaktan fırlayan hamamböceklerini öldürmeye uğraşıyor. Yatağının şiltesi bozuk, durmadan gıcırdıyor. Televizyonu çalışmıyor. Evden ziyade bir barakada yaşadığını düşünüyor. Etrafı duvarlarla kaplı bir baraka… Dış dünyayla bağlantısı küçük pencerelerinden geçiyor. Ama rutubetli, çatlak duvarları dışarısıyla arasına mesafe koyuyor. Bu duvarlar ona bir evi olduğunu hissettiriyor. Bir evsiz barksız olmasını engelleyen yegâne şey bu duvarlar… Evine kimseyi davet etmiyor. Ne diyeceklerini biliyor: ‘Bu ev sana yakışıyor mu?’ Aslında yakıştığını düşünüyor. Kendini eviyle özdeşleştiriyor. İkisi de yorgun, kırılgan, yıkık dökük ve yalnız. Bu evde ondan başkası oturamazmış gibi geliyor. Bu evi hem malikânesi hem hapishanesi olarak düşlüyor. Burada tecrite girmek istiyor. Burası onun ödemesi gereken bir bedel. Yaşamında belli bir eşiği atlaması için, kabuğunu sertleştirmesi, derisini kalınlaştırması için bu bedeli ödemesi gerekiyor. Tüm iç muhasebelerini burada yaptı, burada yapıyor, burada yapacak. Tavana bakarak kişiliğini deşmeye, kendini tahlil etmeye devam etmesi gerekiyor. Acının, sadece korkunun değil; acının üstüne giderek hissizleşmek, umarsızlaşmak istiyor. Bunu en iyi hasta olduğu zamanlarda beceriyor. Fiziksel ve zihinsel acı birbiri içine karışıyor, bütünleşiyor. Yüksek ateşte, alnında boncuk boncuk terler akarken bilinçsizliğin kapısını aralıyor. Uyku ile uyanıklık arası o dünyaya dalıyor. Orada hiç yalnız kalmıyor. Kadınları her koşulda yanında. Alnına yapışmış ıslak saçlarını okşayıp hastalık bulaşmasına aldırmaksızın yanına uzanıyor, koynuna sokuluyorlar. İşte bu anlarda bir kadının sevgisini deneyimlemenin tatlı zevkini yaşıyor. Her şey öyle gerçek gibi ki bunun hasta bir adamın zihninin sayıklamaları olduğunu fark etmiyor. Hayatındaki boşluklar doluyor, sızıntılara yama yapılıyor, güzel bir kadın yorulmak bilmeksizin onunla sevişiyor. Bir yandan ölümü bir yandan ölümsüzlüğü arzuluyor. Düşlerinde yaşanacak bir şey kalmadığını anladığında artık ölüme hazırım diyor. Ama hayal gücünün sınırlarını genişletebileceğine inandığında sonsuzluğa göz dikiyor. Dünyanın bir ucunda hiç bilmediği, hiç gitmediği bir yörenin hiç tatmadığı bir yemeğini tadabileceğini düşünüyor. Bunu uyku ile uyanıklık arasındaki o anlarda başarabileceğini umuyor. Deneyimlemediği ne kadar şey varsa bu yolla deneyimlemek, gerçeklik algısının sınırlarını zorlamak istiyor. Evinin boş, beyaz duvarlarında dünyayı dolaşmak istiyor.
Bu evde bir çift sevişecek, bir çocuk dünyaya gelecek, birileri kahkaha atacak, birileri salya sümük ağlayacak, bir ihtiyar son nefesini verecek. Ve yine bu evde gömülecek. Bu ev tüm insanlığın uğrak noktası olacak onun için. Herkesin gelip geçerken sığındığı, yiyip içtiği, eğlendiği, yağmaladığı bir yer… O sadece ev sahipliği yapacak, durup izleyecek, gözlemleyecek.
Soğuktan elleri, ayakları buz kesmiş. Yapıştığı sandalyeden kalkıp pencereyi kapatıyor. Tutulmuş belini esnetmek için geriniyor. Masadaki kitaba tekrar bakıyor; ama okumak istemiyor. Bu kitabı daha önce okudu, bu anı defalarca yaşadı. ‘Bugün pazartesi ve işe gitmem gerek’ diye düşünüyor. Fakat uyku bastırıyor. İçeri dolmuş soğuk havanın onu rahatsız ettiğine ikna oluyor. Sonrasını hatırlamıyor. Yatağa tekrar girip sızmış olmalı. Uyandığında her yer karanlık, yanı başında çalıp duran bir telefon… Kalkacak gücü yok.
edebiyathaber.net (19 Ekim 2023)