Bu kararı vermek kolay mı sandınız. Hem de küçücük bir çocukla. Ama düşünecek çok fazla zamanım yoktu. Hayatımızı değiştiren o günden sonra. Yani, o patlamadan sonra. Tam da biz kaçmak için her şeyi planlamışken. Ama bunu yapmalıyım. En azından oğlum için.
Yolculuğun kaçıncı günü bugün, kaç gün doğumunu kaçırdık bilmiyorum. Bizi doldurdukları kamyonun üstü kapalı arka kasasında yitirdim zamanı. Zifiri karanlık burası. Kural belli: Görünmemek, ses çıkarmamak. Ne olursa olsun. İçerisi havasız, güçlükle nefes alıyorum. Ekşi ter kokularına, çocuk ağlamaları ve öksürük sesleri karışıyor.
Yerde bağdaş kurmuş oturuyorum, oğlum kucağımda. Uyuyor. Üzerinde en sevdiğim kıyafetleri: Beyaz çizgili yeşil tişörtü ve açık mavi kot pantolonu. Ya başaramazsak düşüncesi ara ara yokluyor beni. Bizi bekleyen belirsizlikten korkuyorum. Oğluma daha sıkı sarılıyorum. Kendime doğru kaldırıp yanağına korkak bir öpücük konduruyorum. Hafifçe kımıldanıyor, sonra uyumaya devam ediyor. Gittikçe ısınıyor içerisi. Sırtı nasılda terlemiş. Kıyafetlerini çıkarıyorum. Atleti ve külotuyla kalıyor. Önümdeki ufak çantadan el yordamıyla bulduğum bezle terini siliyorum. İnince üşüsün istemiyorum. Yürümemiz gereken uzun bir yol var. Kamyon bir an önce bizden kurtulmak istercesine hızlı gidiyor. Sert dönüşler yaptıkça yanımdakilere sokuluyorum istemsiz. Bir süre daha gittikten sonra aniden duruyor kamyon. Herkes tedirgin. Geldik mi, yoksa yakalandık mı? İçeride ölüm sessizliği. O sırada aceleyle giydiriyorum oğlumu. Kapı açılıyor sertçe. Birkaç adam bir yandan bağırarak bir şeyler söylüyor, bir yandan da elleriyle aşağıya inmemizi işaret ediyorlar. Hepimiz aceleyle iniyoruz. Gitmemiz gereken yolu tarif etmeye çalışıyorlar. Ne dediklerini anlamıyorum. Ama ‘bum’ kelimesini duyunca ortalık birden buz kesiyor. İlk kez göz göze geliyoruz kamyondakilerle. Yavaş adımlarla yürümeye başlıyoruz. Bizim aksimize, araba hızla uzaklaşıyor yüklerinden kurtulmuş olmanın hafifliğiyle.
Etraf karanlık. Yıldızlar bile korkup annelerinin arkasına saklanan çocuklar gibi bulutların arkasındalar. Arada bir kafalarını çıkarıp geri saklanıyorlar, birazdan olacakları görmemek için. Uzaktan tek tük ağaç siluetleri seçiliyor. Geride kaldık. Ayaklarımızın altındaki taşların çıkardığı seslerin dışında bir ses, bir canlılık belirtisi yok. Avucumda minicik bir el. Benden can bulan ve bana can veren. Sıkı sıkı tutuyorum ellerini. Soğuk. Üşümüş belli ki.
Yolda yürürken korkmasın diye arada bizi ne kadar güzel bir hayatın beklediğini anlatıyorum ona.Alacağım oyuncakları tarif ediyorum, gideceği okulu, arkadaşlarını, arkadaşlarının onu beklediğini ve onu ne kadar seveceklerini. Hemen bir yıldız gelip yerleşiyor göz bebeklerine. Benim de yolumu aydınlatıyor gözlerindeki parıltı. Devam ediyorum anlatmaya. Yola daha güçlü devam etmenin tek yolu bu çünkü. Umut etmek. Geceleri karanlıkta oturmak zorunda olmadığımızı, istediğimiz zaman sokağa çıkıp top oynayabileceğimizi. Silah seslerini artık duymayacağımızı, bombaların hiçbir çocuğu öldürmeyeceğini. Sesim titriyor anlatırken. Kafasını kaldırmış yüzüme bakıyor en masum haliyle. İçime işliyor gözlerinin yeşili.
Ah! Hayatımı güzelleştiren o iki zümrüt parçası. Hiç sesini çıkarmadan dinliyor. Belki de biliyor olacakları. ‘Sadece,’ diyorum, kafamı ona doğru çevirip. Cümlenin devamını getiremiyorum.
Güç almak için dizlerimin üzerine çöküp, iki elini avuçlarımın arasına alıp sıkıyorum.
‘Sadece burada sakladıkları mayınları geçmemiz gerek.‘
‘Bir oyun gibi düşün. Büyük amcalar buraya bir şeyler saklamışlar ve üzerine basmamamız gerek. Anlaştık mı!’
‘Eğer hepsini geçersek, biz kazanıyoruz oyunu!’
Dudaklarını büzerek soruyor:
‘Peki ya hepsini geçemezsek?’
Avuçlarımın arasındaki ellerini daha sıkı tutuyorum.
‘Ama biz hepsini geçeceğiz ve oyunu kazanacağız.’
Kararlı bir şekilde kafasını sallıyor o da.
Nicedir yürüyoruz. Yerlerdeki sivri taşlar ince tabanlı ayakkabılarımın altından yokluyor beni. Ayaklarım acıyor yürürken. Çok yorulduk artık. Gözlerim kapanıyor yorgunluktan. Biliyorum, burada dikkatsizliğe, hataya yer yok.
İşte her şey, o anda oluyor. Avucumdan kurtarıyor ellerini ve koşmaya başlıyor. Nasıl bu kadar hızlı koşabilir, hangi ara bu kadar mesafe oluştu aramızda bilmiyorum. Arkasından bağırıp yetişmeye çalışıyorum. Toprak bir anda yerden fışkırıyor, kulakları sağır eden bir patlama yankılanıyor gecede, gelip gözyaşlarımla buluşuyor. Hayır olmaz, olamaz. Gidemezsin. Beni bırakamazsın yine. Bu sefer kurtaracağım seni, biliyorum.
Var gücümle koşmaya başlıyorum.Önümdekiler, bizimle arabadan inenler olmalı. Yetişmek için daha da hızlanıyorum. Nefesim yakıyor ciğerlerimi.
Vardığımda anlatıyorum olanları, ağlayarak yardım istiyorum. Birbirleriyle bakışıp bir şeyler fısıldaşıyorlar. Bu bakışmaları iyi biliyorum. Çok tanıdık. Fısıldaşmalar da.
Ağız birliği etmiş gibi aynı şeyi söylüyorlar. Benim tek başıma kamyona bindiğimi ve kucağımda hiç çocuk olmadığını. Daha fazla duymak istemiyorum yalanlarını. Ellerimi kulağıma kapatıp yere diz çöküyorum. Çığlığım yırtıyor geceyi.
Tam o anda, ufacık bir el çenemden tutup kafamı kaldırıyor. İşte orada, tam karşımda iki zümrüt parçası. Üzerinde beyaz çizgili, yeşil tişörtü ve açık mavi kot pantolonuyla. Hoş geldin oğlum. Yine hoş geldin.
Melis Tekin Akçin kimdir?
1985’te Aydın’ın Çine ilçesinde doğdu. Hacettepe Üniversitesi Matematik Bölümü mezunu. 2007 yılından beri aynı üniversitenin Matematik Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Matematik, yazmak ve okumak en büyük tutkuları.
edebiyathaber.net (23 Mayıs 2019)