Ezan sesinin servi hışırtısına karıştığı bir sabah, küçük pencereden toprak yola bakıyordu. Hava aydınlanmamıştı. Sabah ayazını yargınında hissedince yavaşça kalkıp sobanın altını açtı. Soba dilinin gıcırtısıyla uyanan elli yedi senelik hayat arkadaşı Durkadın Hanım, onu bu saatte giyinmiş görünce şaşırdı. Bembeyaz sakallarını hilâllemiş, saçsız başına takkesini geçirmiş, hatta köstekli saatini yeleğinin cebine bile koymuştu.
Durkadın Hanım, daha fazla dayanamayıp ‘’Sabahın kör vaktında pusatlanmış oturmuşun, hayırdır?’’ diye sordu. Ali Çavuş başını pencereden çevirmeden , ‘’Ovaya gidesim vaa böyün. Cevizlere bakcem bi daha. Galanı batanı topleecem.’’ dedi.
Kadın kocasının fikrini değiştiremeyeceğini bildiği için hiç ses etmedi. Halbuki kasım ortasında ne ceviz kalırdı ne başka bir şey. Kimseler ovaya, tarlaya gitmezdi artık. Buralara kış erken geldiğinden herkes evine sokulur, varsa hayvanlarına bakardı yalnız. Ama aklına gelen farımazdı Ali Çavuş’un. ‘’Yapacağım.’’ dediyse yapar, ‘’Gideceğim.’’ dediyse bağlasalar durmazdı. Bugün, Durkadın Hanım’ın evinde ekmek yapılacaktı. Gelini ve birkaç yakın komşusu, hem kendilerine hem de yaşlı kadına ekmek yapacaktı. Akşama kadar dört direk ekmek yapılmalıydı. Ayaklanan kocasına, ‘’Un çuvalını ambardan yer evine getirivee de öyle git.’’ dedi çekinerek. Ali Çavuş öyle bir bakış attı ki karısına, kadın o an pişman oldu dediğine. Sert bir şekilde, ‘’Akşam niye demedin?! Son dakka dediğine bak. Hep böyle yaparsın zati, deveyi ıhtırıp kolan dokumaya gidersin. Ben gidiyom, un mun çıkarmam!’’
Eşeği ahırdan sinirle çıkarıp heybeyi yükledi, bindi ve yola düştü. Giderken hâlâ söyleniyordu. Tam yola çıkacakken iş miydi bu kadının yaptığı? Geliniyle çıkarsındı unu. Ceviz ağaçlarının olduğu tarlaya geldi. Yerlere , otların arasına bakındı önce. Düşen tek ceviz göremedi. Bir ay önce oğulları gelmiş ve bütün ağaçları silkelemişlerdi.
‘’Eyi, yerde ceviz bırakmamışlar.’’ diye içinden geçirdi. Sonra başını kaldırıp tek tek dallara baktı. Uzun uzun, her ağaca baktı. En büyük ağacın üst dallarında iri iri, ikizli tekli cevizler gördü. Zümrüt gibi kocaman cevizler… Ağacın yaprakları dökülmüş ama o iri zümrütler sımsıkı yapışmıştı dallara. Almalıydı onları. Çünkü en sıhhatli ürünlerinin ağaçta kurumasına izin veremezdi. Az mı emek vermişti bu ağaçlara? Baharda her gün gelmişti bu tarlaya. Anasını bekleyen yavru gibi beklemişti mahsulünü. Dalda kalanlar, toplasan on ceviz etmezdi. Olsundu. Bir tanesini bile bırakmayacaktı. O sırada eşeğin, otlanmak için uzaklaştığını fark etti. Hemen hayvanı yanına getirip duşak yaptı. Tamamdı, artık sıra zümrütleri düşürmeye gelmişti. Sırıkla vurdu ancak çok yüksekteydi cevizler. Hem kollarının gücü hem de boyu yetmiyordu ganimeti almaya. ‘’Allah’ım ne diye kıstın boyumu, bir karış daha versen olmaz mıydı?’’ diye söylendi. Birkaç kere daha vurdu sırığı. Yok. Düşüremiyordu. Ağaca çıkmadan olmayacaktı. Sırığı yere atıp tırmanmaya başladı. İkinci çatalı da ardında bırakıp zümrütlerinin dalına uzandı. Tutup sallamaya başladı. Salladı, salladı. Üçü beşi düştü. Daha güçlü salladı. Nefes nefese kalmıştı ama son ceviz düşene kadar sallamakta kararlıydı. Son gücünü toplayıp bir hamle daha yaptığı sırada lastik ayakkabısı bir anda kaydı. Dengesini kaybetti. Yorulan kolları taşıyamadı ağır vücudunu. Hızla düştü. Gözlerini kapattı, yere çakılmayı beklerken sol ayak bileğinde dayanılmaz bir acı hissetti. Gözlerini açtığında kendini baş aşağı sallanırken buldu. Ayağı ağacın çatalına sıkışmıştı. Takkesi düşmüş, köstekli saati cebinden fırlamış, yüzüne çarpıp duruyordu. Başını kaldırmaya çalışarak ayağına baktı. Ağaç sanki mengene olmuş, sıkıyordu da sıkıyordu bileğini. Tutunup kendini yukarı çekebileceği tek bir dal yoktu.
Can acısıyla çaresizlik kol kola girmiş, alaylı alaylı sırıtıyorlardı karşısında.
Ayağındaki acı, bileğinden kasığına doğru yayılmıştı. ‘’Nasıl kurtulacağım?’’ diye düşünürken belindeki kemer aklına geldi. Titreyen elleriyle çıkardı kemerini. En yakın dala atmaya çalıştı. Kemer dala dolanırsa kurtulabilirdi. Kemeri dala doğru atıyor, savrulan diğer ucunu tutmaya çalışıyor ama bir türlü yakalayamıyordu. Defalarca denedi. Kollarında derman kalmamıştı. Üstelik bacağındaki acı sırtına doğru yürümüştü. En sonunda kemer de düştü takkenin yanına. Ayağını sıkıştığı yerden çıkarmaya, bir yere tutunmaya çabalaması her defasında güçlü bir haykırmayla son buluyordu.
Güneş tam tepedeydi artık. Saatlerdir baş aşağı duran vücudundaki kan, yüzüne toplanmış, kara bir kırmızılık yayılmıştı yüzüne. Ellerini yüzüne kapayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bu, nasıl olmuştu? Nasıl olabilmişti? Yetmiş dokuz yıllık hayatında bu kadar çaresiz kaldığı bir an olmamıştı. Var gücüyle bağırdı.
Yardım diledi. Ama kimse yoktu. Bir Allah’ın kulu yoktu yakınında. Bacağı acıdan tamamen uyuşmuştu. Bir ara eşeğine baktı. Öylece duruyordu yerinde. Ali Çavuş da eşeği gibi duşaklıydı şimdi. O an ikisi de köleydi. Ali Çavuş; dört erkek, iki kız evlat ve onlarca torun sahibi, görmüş geçirmiş, ununu elemiş, eleğini asmış, dallarını ocuklarına siper etmiş bir ‘’Çınar’’dı. Şimdi, bu koca ‘’Çınar’’ , ceviz ağacına yenik düşmüştü. Güneş eğilmişti. Başında tonlarca ağırlık, vücudunda dayanılmaz bir acı hissediyordu. Ağzından kesik kesik nefesler alıyor, elini bacağına götürmeye çalışıyor, bunu yaparken de daldaki iri zümrütleri tekrar tekrar görüyordu. İri cevizler iyice mi irileşmişti? Sabahtan akşama büyümüşlerdi tabii. Başını kaldırıp her baktığında sanki daha da yakınlaşıyorlardı. Bir daha bakmak için son gücüyle zorladı kendini. Cevizler portakal büyüklüğüne gelmiş, üstelik sıkışan ayağının dibine kadar gelmişti. Uzanıp alabildi bu sefer. Birini bir eline, birini diğer eline… Sıkı sıkı tuttu. Vuslat gerçekleşmişti sonunda. Zümrütlerine bakıp gülümsedi. Hava kararmaya yakın evinin önünde komşularıyla yorgunluk çayı içen Durkadın Hanım, uzaktan eşeğin zıplaya zıplaya geldiğini gördü. O an yüreği ağzına geldi ve yerinden fırlayıp eşeğe doğru topallayarak koşmaya çalıştı. Öyle bir feryat kopardı ki köylüler bir anda köy meydanına toplandı. Hemen çocuklarına, torunlarına haber uçurdular. Durkadın Hanım kocasının, sabah erkenden cevize gittiğini söyleyince bütün köy ‘’Bu zamanda ceviz mi olur?’’ diye kendi aralarında mırıldanmaya başladı. Bir ay önce ceviz işini bitiren oğulları şaşkındı. Tarlaya vardıklarında Ali Çavuş’un ağaçta sallanan cansız bedeniyle karşılaştılar. En büyük oğlu babasını sırtladıktan sonra dönüp o katil ağaca tekrar baktı. Babasının Azrail’i çocukken diktiği ağaç mı olacaktı? Gözlerini ağacın dallarında gezdirdi. Dallarda tek bir ceviz yoktu.