Otuz yazıdan oluşmasını tasarladığım bu dizide, “Nasıl doğru yazılır” sorusunun yanıtını -çeşitli açılardan bakarak- sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
…
Elbette edebiyatçıların çoğu iki türde de eser vermekle birlikte, “Öykücü müyüm romancı mı?” sorusu, yazar olmaya karar verildiğinde yanıtlanabilirse zaman kaybı çok olmaz diye düşünüyorum. Bilindiği gibi genellemeler bazı istisnaları ıskalar, ancak konunun kavranması açısından son derece işlevseldirler. Roman ve öykü arasındaki ayrıma ilişkin genellemeler, bu çerçevede değerlendirilebilirse sevinirim.
Yazar olmayı kafaya koyduğum sıralar -bundan yirmi üç yıl önce- roman yazma isteğiyle yanıp tutuşuyordum, ama romanın nasıl yazılacağını bilmiyordum doğrusu. Zamanla; romanlardan, yaratıcı yazarlık kategorisinde değerlendirilebilecek kitaplardan, “Bir roman nasıl yazılır?” sorusuna yanıt bulmaya gayret ettim. “Kaslarımı” bu amaç doğrultusunda geliştirdim desem yeridir. Öykücü olmak isteseydim başka yollarda yürümem gerekirdi kuşkusuz.
Romanın, öyküden sonraki aşama olduğunu iddia edenleri ciddiye almamanızı öneririm: İkisi farklı türlerdir. Kuşkusuz ikisi de edebiyatın içinde, ama kullandıkları mercekler birbirinden ayrı: Roman geniş açılı bir objektif gibidir, öykü ise ayrıntılara yoğunlaşan bir yakın çekim lens, okuma gözlüğü belki. Roman anlatır bence, öykü ise daha çok sezdirir. Roman az da olsa dolgu kaldırabilir mesela, öyküde ise küçük bir fazlalık sırıtıverir.
Öykü, durum öyküsü ve olay öyküsü olarak en genel olarak ikiye ayrılır. Romanın da çok çeşitli alt türleri, farklı roman anlayışları vardır. Dizinin ilerleyen yazılarında değinmeye çalışacağım bunlara.
Edebiyat tarihi öykü ve roman ayrımı üzerine söylenen özlü sözlerle doludur. Bunlar arasında en bilineni Arjantinli yazar Julia Cortazar’ın bir yazardan alıntıladığı sözdür: “Boksu çok seven Arjantinli bir yazar, bir keresinde bana şöyle demişti: Etkileyici bir metin ve okur arasında yaşanan bu mücadeleyi roman hep sayıyla kazanır, oysa öykünün bu maçı nakavtla alması gerekir.” Bu söz bana Mike Tyson ve Muhammed Ali’nin boks stilleri arasındaki farkı anımsatır. Bilirsiniz, ilki nakavtçıdır, diğeri ise -kelebek gibi uçup arı gibi sokarak- sayı ile kazanır maçı. Peki ama hangisi daha iyi boksördür? Bu soruyu yanıtlayamayız işte. İkisi farklı boksörlerdir; kumaşları, nefesleri, kas yapıları… Tıpkı romancıyla öykücünün farklı edebiyatçılar olduğu gibi. Kuşkusuz her öykü nakavtla bitmez, her romanın sayıyla bitmediği gibi. Bu gerçeği de bir an olsun unutmamamız gerekiyor.
Bence iki yazın türü arasında varlığından şüphe edilmeyecek bir ayrım da zamana ilişkin olandır: Öyküyü bir oturuşta yazmanız -teorik olarak- mümkünken, romanı bir oturuşta bitirmeniz imkansızdır. Bunu, Friedrich Dürrenmatt bile başaramadı.
Zaman demişken, gündelik yaşamda biz fanilerin sahip olamadığı tek şeydir esasen. İşte, yazarı “sıradan insandan” ayıran yegane konudur zamanla kurduğu ilişki. Bu savı açıklayarak desteklemek gerekirse; öykü ya da romanın, hayattan alınmış anlar olduğunu pekala öne sürebiliriz, ama bunların dar mı olacağı, geniş mi olacağı yazarın elindedir. Ve bu anların okurun zihninde kısa mı, uzun mu yer tutacağını da önemli ölçüde yazar etkiler. Anlatının zamanı yazarın elindedir yani. Unutmayalım edebiyat son kertede hayattan aldığı anları yoğurur, ona biçim verir. Dolayısıyla bu vasıflar, sembolik olarak zamana sahip olma ayrıcalığı tanır yazara.
Evet özetle, bir an önce şu soruya yanıt verin derim: “Öykücü müyüm yoksa romancı mı?”
Önceki yazı
Yazarın başucu kitapları neler olmalı>>>
edebiyathaber.net (20 Şubat 2023)