Neredeyse hepimiz hemen hemen her gün hayal(ler) kurarız ve tabii kurduğumuz bu hayal(ler)in gerçek olmasını isteriz. Hayal(ler)imizi gerçekleştirmek isterken de aslında nasıl bir yolu takip edeceğimizi, hangi adımları ne zaman ve nerede atacağımızı, hayal(ler)imizi gerçek(ler)imiz yapabileceğimiz bu hayat yolunda nasıl seçimler yapmamız gerektiğini, başka bir deyişle, hayalimizi gerçek yapabilmek için gerektiğinde neyi ve/veya neleri hayatımızın dışında bırakıp neyi ve/veya neleri hayatımızın içine almamız gerektiğini başlangıçta bulmakta zorlanabiliriz. Zorlandığımız böyle zamanlarda öykülerden, masallardan (kurmaca öykülerden) yardım alabiliriz. Çünkü hem öyküler hem de masallar, hepimize başka bir dünyanın mümkün olduğunu, farklı bir hayat yolu da çizebileceğimizi hatırlatırlar.
Nitekim Salman Rushdie, “Harun ile Öyküler Denizi” adıyla yayınlanan kitabında yarattığı kahramanlarla serüven dolu bir masalın peşine düşürüyor hepimizi. Kitapta, bir yandan, kimileri için “Laflar Şahı” kimileri için de “Buluşlar Okyanusu” olan öykücü Reşit Halife’yle oğlu Harun Halife’nin macera dolu öyküsüne tanık oluyoruz ve böylece beynimizin hayal edebilen bölgeleri aktifleşiyor, canlanıyor. Bir yandan da, bu büyük masalın içinde anlatılan ve hiç anlatılmamış, ama anlatılmayı bekleyen bütün masallardan oluşan büyük “öyküler denizi”nin Harun tarafından kurtarılmasının izini sürüyoruz. Bu da, her birimize, kaç yaşında olursak olalım, masallara (kurmaca öykülere) ihtiyacımızın olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Böyle bir ihtiyacımız var, evet! Neden mi?
Dünyaya, olup bitenlere katlanabilmek için masal(lar)
İçinde yaşadığımız bu dünya, var olan haliyle, yani gerçek haliyle, çoğu zaman tek tek insanlar olarak her birimizin eylemleri, yapıp etmeleri ya da davranışları nedeniyle katlanılmazdır; hele de içinden geçtiğimiz bu zamanlarda. İşte böyle zamanlarda, yaşamı katlanılır hale getirebilmek için, dünyaya veya dünyada olup bitenlere dayanabilmek için ve tabii bir yandan da yaşamın bütün alanlarında karşı karşıya geldiğimiz gerçeğin sıkıcılığından uzaklaşabilmek için masallar (kurmaca öyküler) her zaman yolumuzu aydınlatabilirler, hepimize “karanlık orman”dan çıkabilmemiz için yardım edebilirler bana kalırsa.
İşte, Rushdie’nin “Harun ile Öyküler Denizi” de, bize (okura) bütünüyle gerçek mi olduğundan veya bütünüyle hayal mi olduğundan hiçbir zaman emin olamayacağımız için ancak yarı gerçek yarı hayal diyebileceğimiz büyük bir “öyküler denizi”nden söz ediyor. Kitapta, bu “öyküler denizi” Reşit Halife’nin komşusu olan ve masallardan, öykülerden hiç hoşlanmayan Bay Sengupta, başka bir deyişle, tüm öykülerin, hatta dilin bile baş düşmanı ve bununla birlikte suskunun prensi ve sözün düşmanı olan “Hatim Şut (tamamen bitti, sona erdi, son)” tarafından yok edilmek isteniyor. Masal bu ya, Harun da bildiği tek iş öykü anlatmak olan babası Reşit Halife’nin işini tekrar yapabilmesi için “Hatim Şut”la savaşıyor ve bu savaşı da kazanıyor.
“Söz”ün büyüsü ya da gücü
“Harun ile Öyküler Denizi”, aynı zamanda, Salman Rushdie’nin zengin hayal gücüyle yarattığı sözcüklerle ortaya çıkan “söz”lerle de büyülüyor hepimizi. Kitabın benim için en dikkati çekici özelliklerinden ya da yanlarından biri de,kitapta karşılaştığımız mottolar oldu.
Ayrıca, yine Rushdie’nin zengin hayal gücüyle yarattığı bu masaldaki kahramanların hiç de alışık olmadığımız adları ve görevleri var: Su cinleri Bay Amma ve İsse, Hatim Şut’un kaçırdığı prenses Boşsöz, eski öykülerde bütün öbür kuşları pek çok tehlikeli yerden geçirerek onları en son hedeflerine ulaştıran bir kuş olan Hüthüt (ama bu masalda mekanik bir kuş olarak “Hüthüt Amma” adıyla karşımıza çıkıyor), yüzer bahçıvan Mali, ömür boyu eşlerine sadık kalan, bu eksiksiz birlikteliği kanıtlamak için de her zaman ve yalnızca uyakla konuşan Çokağız Balıklar gibi.
“Yaşam değerli!”
İşte bu kahramanlardan ikisi öykücü Reşit ve oğlu Harun, ortasında güzel “Durgun Göl”ü de olan K Koyağı’na giderken Harun’un gözlerine üzeri uyarılarla, bir tür mottolarla dolu duvarlar çarpıyor. Bu duvarlarda, aslında, hepimizin hayatımızın her alanında aklımızda tutmamız gereken uyarılar var: “Dikkat et! Yavaşla! Saçmalık etme! Yaşam değerli!…” ve “Hız yapmaktan alıyorsan en büyük zevkini, önlem al şimdiden, hazırla vasiyetnameni” gibi.
“Söz”ün bir büyü gibi aktığı bu kitapta Rushdie, yalnız bu sözlerle de kalmıyor; daha pek çok başka söz(ler)le de konuşturuyor kahramanlarını. Gagasını hiç oynatmadan konuşabilen Hüthüt Amma’ya şunları söyletiyor örneğin: “Ama, ama, ama insanlara Konuşma Özgürlüğü tanımanın ne yararı var,” ve devam ediyor: “sonunda kalkıp onlara bu özgürlüğü kullanamayacaklarını söyleyecek olursan? Sonra Sözün Gücü, Güçler’in en büyüğü değil midir? Öyleyse eksiksiz kullanılması gerekmez mi?”
Düşünceyi ifade etme özgürlüğünün, sınırlarımızın olduğunu unutmadan tabii, böyle güzel ve dahası en sade haliyle anlatıldığı “Harun ile Öyküler Denizi”, yazımın başında da belirttiğim gibi, hayal edebilme gücümüzü aktifleştiren, hem yaratıcı hem de eleştirel düşünebilmemizi besleyen kitaplardan. Rushdie’nin bu kitabıyla açtığı kapıdan içeriye girebilmeyi göze alabilirsek eğer hayallerimizi gerçeklerimiz yapabileceğimiz pek çok yol bizi bekliyor; masalların eşliğinde tabii.
Bütün öykülere sahip olmak demek bilge kişi olmak demek
Öte yandan, şunu da hiç unutmamak gerekir diye düşünüyorum: Ne kadar çok öykü okursak, ne kadar çok hikâyelere kulak verirsek veya ne kadar çok masal (kurmaca öykü) dinlersek hayat hakkında da ya da deneyim alanında da o ölçüde bilge kişi oluruz. Çünkü hem masallar hem de öyküler, hayatımızda karşılaştığımız ve karşılaşacağımız olumlu ya da olumsuz pek çok durumda bize hem kendimize göre en uygun hem de yine kendimiz için en rahat ve en “nefes aldıran” yolu gösterirler. Bir de, masallar ve öyküler sevdiklerimizle çok daha derin ve çok daha yakından bağ kurabilmemiz için kullandığımız ve kullanabileceğimiz kalp haritalarımız da olabilirler aynı zamanda bana kalırsa.
edebiyathaber.net (20 Mart 2024)