Öykünün kedi gözü ne görüyor? | Dilek Şimşek

Mayıs 20, 2022

Öykünün kedi gözü ne görüyor? | Dilek Şimşek

Antropologlar antik çağdan beri bilgin ve şamanların çözülemeyen çelişkilere sembolik çözüm yolları sunacak hikâyeler anlattığını belirtir. Bu yolla gerçeklik bir şekilde dönüşüme uğramaktadır.

Aristoteles Poeitika’da hikâye anlatma sanatını dramatik taklit (mimesis) ve insan eylemlerinin olay örgüsüne çevrilmesi olarak tanımlamış, hikâyeler (mythos) paylaşabilir bir dünya sağladığını söylemiştir.

Hikâyeler yemek yemek kadar temel bir gereksinimdir. Hayatı yaşanmaya değer hâle getirir. Hesiodos’tan bu yana insanlar kendilerini kendilerine ve başkalarına açıklamak için hikâye anlatır. İnsan hayatı hikâye olarak anlatılabilecek birçok olayla dolu değil midir.

Her hikâyenin ortak işlevi, birilerinin birilerine bir şeyler hakkında bir şeyler anlatmasıdır. Estetik bir mesafeden öykülerdeki etken ve edilgen karakterlerle empati kurabilmek, olayların gelişimini gözlemlemek, şeylerin saklı nedenlerinin ayırdına varabilmek öyküyü dinleyen/okuyan kişilere kendilerini keşfetme olanağı tanır. Sokrates’in ünlü “Anlatılmamış hayat yaşanmaya değmez,” sözü kendimizi keşfe bir çağrı olsa gerek. 

Schopenhauer  “Toplumsal olanı tek yaşam biçimi sanmanın karanlığını aydınlatan edebiyat, insana içinde bulunduğu durumun farkında olma bilincini kazandırır.” sözünü sarf ederken insan varoluşuna bir katkıda bulunmuştur. Bu katkı, sanatın her dalının varoluşun anlamsızlığına ışık tutabileceği vaadi taşımaktadır.

Freud bilinçaltını keşfettiğinden beri nevrozların arzuların baskılanması nedeniyle ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Freud sanatın, arzuları kontrol etmenin nitelikli bir yolu olduğuna işaret etmektedir. İçimizdeki boşluğu doldurmak, korku ve kaygılarımızı dindirmek ve varoluşun büyük sorunlarına yanıt aramak için özgür bir yoldur sanat.Bir sanat dalı olarak öykü, bu konuda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmekte.

David Constantine öykü hakkında şunları söylüyor: “Öykünün ne olduğuna dair bir fikir birliği olmasa da onu görür görmez tanırız. Çok kısa olabilecekleri gibi oldukça uzun düzyazı metinler de bu tanıma uyabilir. Başı, ortası ve sonu olması gerektiği ya da istenilen bir sonda bitmesi (ya da başlaması) gerektiğini söylemek anlamsız. Böyle olabilirler. Ama böyle olmayabilirler de. Ben bu türü her defasında yeniden icat ederim.”

Bu bağlamda eleştiri yazıları ile tanıdığımız Semih Gümüş’ün Can Yayınlarından 2010 yılında yayınlanan Öykünün Kedi Gözü kitabı incelenecektir. Bu kitap aslen bir eleştiri kitabı olmakla birlikte Türk öykü tarihine kısa bir bakışla yaptığı açılışı ve her bölümde başka bir öykü yazarı ve onun öykülerinin değerlendirilmiş olması ile bir kılavuz öykü kitabı özelliği de taşımaktadır. Bu kılavuzluk öykü ve öykünün dünyasına ilgi duyan okuyucular ve yazarlar için geçerlidir.

Semih Gümüş kitabın girişinde öykünün tanımını yapmış, “Şiire yakın ama şiirsellikten korkması gereken; düzyazı ama romanın dünyasına uzak” olan öykünün canevinde ayrıntıların yaşadığına değinmiştir. Öykünün ayrıntıların gücünden çıkmasına çarpıcı bir örnek olarak Vüs’at O. Bener’in İlki öyküsünü göstermiştir.

Semih Gümüş’e göre öykücülüğümüzün temelinde Dede Korkut Kitabı yer almaktadır. Bu görüş, sosyal antropologların insanla birlikte öykü de vardı görüşü ile uyumludur. Öykünün Kedi Gözü’nde Çağdaş öykücülüğümüzün başlangıcında Halid Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edib Adıvar, Reşat Nuri Güntekin ve Refik Halit Karay gibi isimlerin yer aldığı belirtilmektedir. Bu yazarlara ait öykü örnekleri verilmiş olup öyküdeki köktenci değişikliğin başında Mahmut Şevket Esendal’ın yer aldığı, Sabahattin Ali ve Sait Faik ile öykünün değiştiği söylenmektedir. Ardından edebiyatımın önemli öykücülerine değinilmiştir.

Semih Gümüş’e göre öykünün anlamı hayatın ayrıntılarının sanatı olmasında yatar. “Öyküden ne bir eksik ne bir fazla sözcük, denir ya, sözgelimi Hemingway, Borges, Raymond Carver, Cortazar ya da Vüs’at O. Bener’dir bu tanımın öteki adı. Bir müziğin notaları gibi dizilirken sözcükler art arda, yüksek sesle okunabilir öykü. Yüksek sesle okunduğunda müziği olmayan öyküyü sorgulama hakkımız doğar hemen.”

“Ey okur, sen öyküyü edebiyatın labirentine girip aramadıkça, karanlık mağaralarda parlayan sözcüklere dokunup onların cevherindeki değeri görmedikçe çıplak topraklarda avlanmaya mahkûm, korunmasızsın. Seni öykü koruyabilir sıradan edebiyattan.” Burada edebiyatın kaynağının öykü olduğu düşüncesi açıkça ifade edilmektedir. Her bir sözcük kendinden bir sonrakinin öncülü, bir öncekinin ardılı olduğuna göre bir öykünün sözcük sözcük lime edilmesi, edebiyat tutkunlarına Platon’un mağarasındaki yansımaları değil gerçekliğin ışığını sunacaktır.

Semih Gümüş kendi yazarlarını da paylaşmıştır Öykünün Kedi Gözü’nde. Örneğin  “Tomris Uyar kendi okurluğumu sınadığım yazarlar arasında ilk sıralarda geliyordu.” demiş, bu yazarın kısa ve özlü konuşma tümceleri, söylenen sözlerin ardındaki suskuları anlama çabası ile yorumu okura bırakma, olayları değil de ayrıntılardan beliren durumlardan çıkan kişilerin öyküsü konusundaki ustalığına değinmiştir. Barış Bıçakçı için “Hayatın ayrıntılarını insanların davranışlarında ve kısıtlı sözlerinde bulan gerçekçi bir tutum sergiler,” demiştir. Diğer sevdiği öykü yazarlarının Sait Faik, Vüs’at O. Bener, Ferit Edgü, Füruzan olduğunu öğrendiğimiz Gümüş, yazar isimlerine değinirken sadece bir okur olarak saygı duruşunda bulunduğunu söyler.

Öykünün Kedi Gözü kitabı dikkatle okunduğunda yazar adayları için oldukça önemli önerilerin ve kuralların sunulduğu anlaşılmaktadır. “Yazdığınız metnin sağlam bir hikayesi olması gerekir” diyen yazar, bir öykünün hikâyeden çok ayrıntılardan oluştuğunun altını çizmektedir. Kurgunun öneminden söz ederken mekan kurgusu, mekan nesne ilişkileri, karakterler, karakterlerin mekan ve nesne ilişkilerinin önemini belirtir. Bütün bunlar öykünün atmosferini oluşturan ögelerdir. 

Bir röportajında öykülerdeki konuşma eksikliğinin önemli bir sorun olduğunu söylemil olan Semih Gümüş, karşılıklı konuşmanın önemini vurgulamaktadır. Bu sayede durum ve karakter yaratıldığına dikkat çekmektedir. Elbette iç konuşmalar ve çağrışımlarla kişilerin dünyalarının dışa vurulması, işlevli yaratım öğeleri olarak kullanılmaları ustalık ister. Bu seviyeye ulaşmak için yazar adaylarının kılavuzu, nitelikli edebiyat eserlerindeki iç ve dış konuşma örnekleri olacaktır. Bir yazar adayının kendi sesini bulana kadar iyi örneklerden yararlanmasında bir mahsur yoktur.

Semih Gümüş önce sıkı bir edebiyat okuru olmak gerektiğini, sonra yapılan seçimler ve yazmaya değer bulunanlarla kendine özgü bir edebiyat anlayışı edinileceğini, bu tutumu okurların da anlayacağı açıklıkta ortaya koymak zorunluluğunu ortaya koyduğu Öykünün Kedi Gözü kitabında, yazıya çıkan tek yolun okumaktan geçtiğini söylemektedir.

Çok okuma sonucunda  “Adamakıllı tamamlanmış bir birikim, kabını öylesine zorlar ki, taşmaya başladığını anda yazınsal düzey kendiliğinden yukarı tırmanır.” diyen yazar, gerçekliği başkalarının gördüğünden bambaşka biçimde görme yetisinin gelişeceğini ifade etmektedir. Önerdiği öykü kitaplarında ortak izlekler, laytmotifler ya da birbirini anıştıran metaforların bir çerçeve oluşturup art arda okunabilme özelliği olmasına dikkat çeker.

Öykünün Kedi Gözü kitabında kısa öykü için ilginç bir tanım var. “Kısa öykü dil içinde başlayıp dil içinde biter. Araya metnin konusu, izleği, kişileri ve öteki ögeleri girer elbette, ama öfke ya da gerilim, kişilik özellikleri ya da iç dünyaların karmaşıklığı, içeriğe ilişkin bütün öğeler dışarıdan göründükleri gibi betimlenerek değil, dil içinde dışa vurulma biçimleriyle öykünün yazınsal dokusunu tamamlar.”

Bu kitabı bitirdiğimizde, iyi bir öykünün özellikleri arasında okurken anlaşılmayan hiçbir şeyin kalmadığı duygusunu veren yalın anlatım biçiminin olması, ilk okumada tanıdık gelen ilişkilerin ardından kendilerini açan saklı anlamlar bulunması, gücünü sıradanlığın içtenliğinden alan bir öykü dünyası yaratılması, süssüz, söz sanatlarına çok az yer veren, doğrudan anlamla var olan dil yaratılması, bu dilin kısa tümcelerle kurulması bulunması gerektiğini anlıyoruz. 

Semih Gümüş bir öyküde, ucu kapalı görünen tümcelerin okurda yarattığı çağrışımların çokluğunun o öykünün iyi yazılmış olduğunun göstergesi olduğunu vurgulamaktadır. Edebiyat değeri yüksek bütün yapıtlarda, görünenin ardında saklı duran ve çözülmeyi bekleyen anlamlar bulunduğuna dikkat çekmektedir. Bu anlamların bazen aynı anlam ve dil düzleminde durduğunu, ama doğrudan anlamların yanısıra, dolaylı anlamlar üzerinde durmaya başladığında çok yalın görünenin aslında farklı bir gerçekliği olduğunu gösterdiğini söylemektedir. 

Öykünün Kedi Gözü değerlendirmesini Semih Gümüş’ün kendi cümleleriyle sonlandırmakta yarar var: “Değil mi ki öykü sıradan hayatların içinde saklı ayrıntıları, anları çıkarmaktır, tanımadığımız hayatlar içinden çıkan ayrıntılar ve anlar üstüne kurulacak öyküler kendiliğinden farklı bir dünyayı baştan yaratacaktır.

En kapalı yazından metinlerin bile sonunda insandan çıkıp dolaylı bile olsa insana döndüğünü, basit hayatların büyük yazınsal karşıtlıklar yaratabileceğini gösteren Amerikan öykücülüğü, aynı zamanda yazınsal dilin öykünün sınırları içinde bile be denli taşkın ve yaratıvı bir doğası olduğunu anlamak için verilebilecek en uygun reçetedir bence.”

KAYNAKÇA

  1. Semih Gümüş, Öykünün Kedi Gözü, Can Yayınları, 2010
  2. Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları, 2011
  3. Richard Kearney, Hikâyeler Nereden Gelir? Oggito, 23.11.2018

edebiyathaber.net (20 Mayıs 2022)

Yorum yapın