Öykülerin ilk cümleleri her zaman sorun olmuştur. Aslında sorun da denemez, bir konu, üstüne konuşulacak bir mevzu olmuştur her zaman. O ilk cümle, hem söylediği hem de söyleyişi ile öykünün devamına dair bir vaattir. Oturduğumuz Yer öyküsü de bize kavanozları vadediyor; yani boş görünen, mesele bile olmayan şeffaf, gündelik şeyler. O yüzden sorun da denemez, üzerine konuşulacak bir mevzudur sadece az sonra okuyacaklarınız. Nedir ki yani, bayram ziyaretleri sonrası boşalan evler, yürekte oluşan büyük boşluklar ve o boşlukları yine çocukların endişesiyle ve anıları hatırlayarak doldurma çabası, hemen herkesin bildiği, duyduğu, şahit olduğu, yaşadığı, en kötü ihtimalle tahmin edebileceği konulardır. Bu konuları birer kavanoz olarak okuyucuya sunarsınız, olur biter. Okura bir öykü vermişsinizdir. Öte yandan Oturduğumuz Yer öyküsünde yazar, hem Anne kılığında bu kavanozları doldurma çabasındadır; hem de Annenin somut çabasına karşılık Baba kılığına girer, filozofik bir çabayla doldurmaya başlar boşluğu.
Bir bayram sonrası el elde baş başta kalan iki ihtiyarın boşluğu doldurma çabası aslında sıradan bir fotoğraf olarak görülebilir; anlamlı ve doğal, günlük hayatın içinden çıkıp gelen, küçük ama güçlü bir kesit olarak da; nihayetinde o fotoğrafın arkası, hikâyesi, geçmişi vardır ki işte bu da öyküyü derinleştirir. Öykünün pek çok tanımı yapılabilir; hayattan bir kesit, bir fotoğraf olarak tanımlarsak eğer akıp giden zamanın içinde dondurduğumuz o anın bir öncesi bir de sonrası olduğunu biliriz ve -kendi yazma çabamda da- kafamı hep kurcalayan bir soru yine gelir aklıma: “Bir hikâye nerede başlar?” Bir köy, bir lojmanla başlamıştık, der Baba bana cevap olarak. Görünürde öyle der ama o da hikâyenin çok daha eskilere götürülebileceğini bildiğini kanıtlamak ister gibi bir erkek ve bir kadın arasına yarısı yenmiş bir elma figürü yerleştirir. Duyarlı biri Elma ne alaka, diye sorunca, yani bir fotoğrafa sadece bakmaktan öte bir şey yapınca, fotoğraftaki öyküyü, öyküdeki fotoğrafı ‘düşün’ünce elma da hikâyede seçkin bir yere oturuverir.
Oturduğumuz Yer kendi içinde karşıtlıklar taşıyan bir öykü. Hem durağan hem akan bir öykü öncelikle. Öykü başlı başına bir olay olup akacakken o olay gelip bir fotoğrafta donuyor. Birkaç satır sonra donan o fotoğraf canlanıp öyküde asıl akan hikâyeye dönüşüyor. Öykü, aynı zamanda bütün varlığını önemli-önemsiz karşıtlığı üzerine kurmuş; yazının başında, kavanoz metaforunda söylendiği gibi dolu gösterilen boş şeyler ve boş gösterilen dolu şeyler üzerine. Okur, birdenbire boşalan bir evin hüznünün hiç mesele değilmiş gibi davranılıp önemsizleştirilmesi karşısında yaşadığı duyguyu en küçük torunun dişindeki lekenin Baba’nın zihninde kendine ağırlıklı bir yer edinmesi karşısında da yaşıyor; neyin dolu, neyin boş olduğu özellikle birbirine karıştırılıyor. Anne ve Baba, hem hayatla baş etme şekillerinde birbirlerine tezat oluşturuyorlar hem de aslında düşüncelerin aynı yere çıktığını bilecek kadar birbirlerini tanıdıklarından bütün kızmalarındaki “şaka” unsuru da bu tezatı artırıyor. Son derece samimi bir üslupla yazılmış öyküde öykü karakterleri bu samimiyetten destek alarak canlı birer kişiye dönüşecekken onların bir ismi olmayışı, Anne ve Baba kelimelerinin özel birer ad gibi kullanılışı ile araya mesafe giriyor. Baba’nın bugün ile geçmiş arasında gidip gelen düşünceleri de öykünün tezat yanını çok kuvvetlendirmiş. Öyküdeki bütün bu tezatlıkları dil de destekliyor. Hem geçmişte olmuş hem de hep olagelmekte olan bir şeyi anlattığını imleyen bir dil kullanılmış öyküde, “geçmiş zamanın hikâyesi” kipi öyküye çok yakışmış.
Bir öykü nerde başlar, nerde biter? Bu öykü oturduğumuz yerde başlayıp oturduğumuz yerde bitiyor. Oturduğumuz yer, Baba’ya göre her şeyin başladığı köydeki lojmanda, verandada, kapının hemen yanıdır; Neden yerde oturuyorsunuz, diye soran küçük torunun sorusu bu yüzden anlamlıdır. Oturduğumuz yer, aynı zamanda yazarın öyküye noktayı koyduğu, iki ihtiyarın yalnız kaldıkları evde Baba’nın bütün geçmişi göz önünden geçirdiği bir divan olabilir pekâlâ. Geçmiş ve bugün arasında gidip gelen öykünün bu şekilde geniş bir zaman dilimini taradığını göz önüne alırsak ‘oturduğumuz yer’i çok daha geniş bir anlamda düşünmek; hep olan, duran, sabit bir yer yani yuva olarak kabul etmek, belki de öyküye en yakışan yorum olacaktır.[*]
Evşen Yıldız – edebiyathaber.net (5 Şubat 2020)
[*] Yazının son cümlesi, yazarının öykü üzerine söylediği bir sözden esinlenerek yazıya eklenmiştir.