Ben Vüs’at O. Bener, hikâyelerimi tüm gerçekliğiyle kurmacanın kıyılarında yazdım… Her biri ayrı bir dünya benim için, her ne kadar benden bir parça olsa da biraz beni biraz sen, biraz bizi anlatır.
10 Ağustos 1952’de New York Herald Tribune ve Yeni İstanbul gazetelerinin düzenlediği Dünya Hikâye Müsabakası’nda dördüncülük alan “Dost”un selamladığı bir dünyaya merhaba dedim öykülerimle. Dost muhabbetinin karanlık gece gibi çöken ruhları aydınlatacağına inandım. Anlayamadığım şey; bir insanın, ölümü, kendine değil de bir başkasına yakıştırmasıydı. Kurtuluşu ölümden beklemek… Gözlerdeki kuru, acı, koyu bir anlatımla kalp kırgınlığımı aktardım satırlarıma. Gümrükçü Ziya Efendi ile Reşat’ın “Istakoz”un başında sohbetleri de dost selamı arasında yer aldı. Hem monolog hem de diyaloglar ile yeni tarz denemiş oldum böylece. Bilincimizden akıp gidenler hayat buldu böylece ebediyete kadar. Ölüm her yerdeyken “Havva” için dua ettim. Evimizin hizmetini gören Havva; güçlüydü, evde her işi o yapardı, suçlarımız bile ona kalırdı. Fakat ölüm her yerdeydi işte! Ölümün olmadığı yerlerden biri “Kömür”dü. Merhamet ve şüphe, tıpkı gerçek hayattaki gibi insanların içinde yaşamaya devam etti. Tedbir olarak -hırsızlığa karşı- emeğin karşılığından fazlasını vererek içimizi rahatlattığımız günler olmuştur. Ve o çocuktan, “bu kömür benim ağabey, bak da…” cümlesini duymak 1950’li yıllarda da toplumumuzdaki güven duygusunun kaybedildiğini gösteriyor. Kuşkulanma benden işte demek… Sonrasında sözcüklerin eşsesli anlamından yararlanarak yazdığım “Dam”da diyaloglar ile arkadaşlığın sıcaklığı içimizi ısıttı. “Kibrit”in yakılmasıyla başlayan tren yolculuğu sohbetiyle sıradan yaşanmışlıkların da sohbetlerin de bir öyküye dönüşebileceğini gördüm ve size sıradan olayları anlattım kısa cümlelerimle. Hani, bu da mı anlatılır öykü olarak demeyin! Her şey bende öykü olur; günün yirmi dört saati, günlük konuşma dilindeki sözcükler… Güçlünün, zayıfın tekmesine karşı şaşırışına “Sarhoşlar”ın güya kültürlü insanların yer aldığı zenginlerin kurduğu dost meclisinde şahit oldum. Kendini zenginlerin sofralarına oturarak kültürlü zanneden insanlar; ne kadar da aciz görünüyordu. Birileri, biri hep sarhoş maalesef. Hayat bazen anlamsızlaşır bazılarımıza… Sorarız kendimize, başlangıç belli, son da. Niye haykırıyoruz ki madem nereden geldik, nereye gidiyoruz diye? İçimizdeki “Korku” her daim bizimle yaşar. İnsan psikolojisini mekân ile anlatmanın güzelliğini “Akaraba”larımızla olan ilişkilerimizle anlatmak istedim. Kimseye hayır diyemeyen insanların öyküsüydü bu.
Yaşadığımız bazı anlar içimize oturur, çöreklenir; yıllar sonra yine hatırlarız o anı. Hiç aklımızdan çıkmaz. “Boş Yücelik” de işte öyle. İçimizdeki korkuyu somut olarak anlatmaya çalıştım. Kısa cümleler; net, açık, anlaşılır… Toz pembe hayalleri olan bir genç kızın “Yazgı”sını anlatmanın tek yoluydu belki de. Kaderimiz bazen başkaları tarafından kurgulanır, yönlendirilir ya işte öyle. Diyaloglar her şeyi kısa cümleler gibi net bir şekilde ortaya koyuverdi. Yazacak ne kaldı, her şey “Suçüstü” oldu… “Dizime bir çekirge sıçradı. Pek kalabalık değiliz. Bu korku yeni girdi içime… Solucanı ortasından bölersin, iki parça kendi yoluna gider. Kişi, Zeus’tan güçlü, ama solucandan zayıf. Tek kalmaya yargılı. Mezarlara bile teker teker giriliyor.”
Yıllar yılları kovalar ve 1957’de “Yaşamasız” raflardaki yerini alır “Dost” selamından sonra. Fiilsiz, yüklemsiz cümlelerim ile doğrudan anlatamadığımız duygu ve düşüncelerimizi dile getirmeye çalıştım bu yaşamda, “Yaşamasız”da. “İlki”nde kahraman anlatıcım geriye dönüş tekniği ile çocukluğunu yaşıyor ailesiyle, kardeşiyle… Hayata karşı, sokakta bulunmuş bir çocuk zavallılığıyla küskün duruyor. Yaşam mücadelesi ölüm kalımdan ibaret “Batak”ta. Toplum olarak ölülere değer verdiğimiz kadar yaşarken insanların, dostlarımızın kıymetlerini bilsek bu dünyanın daha yaşanılır olacağını düşünmüşümdür hep. Ölüm, ne kadar da mor renktesin! “Acamı”, gerçek mi hayal mi bilemediğim anların tarifi gibi satırlarımda ölümle kol kola gezdi durdu. Sanrılarla dolu rüyalardan uyanmak, gerçek mi hayal mi olduğunu bilemediğim yaşananları, “Kan”da anlattım. Betimlemelerim ile anı anlatırken duygulardan yararlandım. Bir damla kan, bir ölüm ve oda, soluğunu verir insan gibi. Bu yaşamda kim akıllı kim deli belli değildir, kim insandır kim “Maskara”dır bilinmez. Halk sevmediğine deli der geçer, sonra da ayıklasın pirincin taşını yüce güç! “Anlaşılmayan” yaşamın demeyeyim de düzenin kendisidir aslında. Yaşanmamış bir hayatın anlatımı “Yaşamasız”. Hayat bir oyun mu sorusunu soruyorum durmadan kendime. Sonra da “Pazarlık” başlıyor kendi hayatımız için sevmediğimiz insanlarla. Hayatımızdan çıkarmak istediğimiz insanlar hep var oldu. Sonunda bir kabulleniş. Nedensiz…
“Sal”a yapışarak can havliyle yaşama tutunuruz kabullenişlerimizle. Belki bir “Kovuk”tur yaşadığımız evler belki de saraydır. Mutlu olabiliyorsak, o bize kardır yaşamda. Çocukluğumuzun, geçmişimizin vazgeçilmezidir leblebi ve kokusu. “Leblebici” amcamız hep olmuştur hayatımızda. Sevdiklerine, değerli müşterilerine biraz fazla leblebi veren bir satıcı amca! Bir “Hasan Hüseyin” hep olmuştur; atasının sözünü dinlemeyen. Bir sıfır hayata yenik başlamanın sembolüdür Hasan Hüseyinler. Sonra elimizde bir “Avuntu” kalır; ölümün betimlemesi olarak. İnsanlık, ötesi için tam bir yokluk bilinciyle doğsaydı, ölümsüzlüğü yeryüzünde arardı. “Bar”da anlatılanlar tam bir sosyal olgular çerçevesidir. Kendi kendimize itiraflarımızdır “Monolog”. Sevdiklerimizin kaybından sonra acılarımızı kendimiz iyileştiririz hep. İnsanın acısını insan alır deseler de monologlarımızdaki kişi de bir insandır nihayetinde. Oyuncakların dünyasında “Kuş”larla sohbet ettiğimiz de olmuştur. Hangi dünyanın gerçek olduğunu bilmeden kurduğumuz dostluklardır yaşamımız. “Öfke”lerimiz de öyle değil mi, hangi dünyaya, kime ait öfkedir bu? “Biraz da Ağla Descartes”, güzel anıların dile gelişidir öfkeden sonra. Meçhul, “Laedri”, sanrı mı gerçek mi hayal mi yaşanan anlar. Aklımız belki de bizi çoktan bıraktı burada. Vardık “Bakanlık Makamına”, yaşamın tam orta yerine, gerçek yaşamın ve sosyal düzenin tam orta yerinde yaşamasız kalıveriyoruz adeta. “Gerçek ölümün benimki olduğunu iyi biliyorum. İnandıramazsın. Hiç kimseyi. Hiç kimse, hiç kimseyi inandıramaz. O, inandırdı yokluğuna. Tam yokluğuna. Tam yokluğa inanıyorum. İnandırmanın korkunç erdemine erdi. Farkında olmadan.”
Unutmadımaklımda… Yaşamasız’dan sonra Siyah-Beyaz günlere merhaba dedim. Bilincimdeki an ile yaşadığım zaman’ı, otobüsteki ben ile duraktaki ben’i uzlaştırmaya çalıştım. Kurmaca dünyanın kollarında “Kırık Fincanlar”ın parçaları bana yol gösteren oldu. Parçanın parçaları, bütünün tamamı oldu. Hemingway’e özenirken kendini “Cezaevi Günleri”nde bulan kahramanımın hayal kırıklığı siyah beyaz günlerin habercisi oldu adeta. Yaşamdan ne beklediğimiz değildi gerçek, gerçek yaşadıklarımızdı o yıllarda. Umut ise hep var olacaktı. “Nihavent Saz Semaisi”; müziğin, geçmişten geleceğe güzelliklerin aktarıcısı olduğunu gösteriyor bizlere. Zamana meydan okuyan anılar “Reji Yangını”nı hafızalardan çıkarıp getiriyor. İnsanoğlu, doğa olaylarını hep seyretmiş, olaylara müdahale etmek yerine seyretmeyi tercih etmiştir. Hayal kurmak çocuklara özgü olsa da onları yıkmak yetişkinlere ait oluvermiş. “Bisiklet” hayallerin yoksulluk içinde yok oluşunun simgesi oluyor siyah beyaz yıllarda. Hayat insana her zaman aynı güler yüzünü göstermiyor maalesef “Ergenekon”da olduğu gibi. Tesadüfler hayatımıza güzellikler getiriverir bazen. “Bitli Şair” bu güzelliklerin vuku bulmuş hali adeta. “Minik Kuş”u, vefanın fazlasının insanı çileden çıkarışını anlatmak için yazdım. Korkularımız, alışkanlıklarımız, hayal dünyamız bizimle yaşamaya her daim devam etmektedir. “Geçmişe Yolculuk” bizi biz yapan özelliklerimizin dile gelişi. Bu hayatta “Kurban” gerekli, örnek alınsın ister güzel örnek ister cezalandırıcı örnek. Kurban, insanoğlunu aklını başına getirsin diye var olmuş…
Kaderim şarkılarda mı yazılı diye düşünürken insanların kabullenişlerini, çaresizliklerini “İstanbulin Şarkı”da buldum. Bir beden “Bavul”a nasıl sığar demeyin hayatlarımızı nasıl sığdırıyorsak öyle sığıveriyor işte. Geçmişin “Sümbül” kokusu sizi her daim takip ediyor ardın sıra. Her şeye rağmen “Bir Lahza-i Tahattur”da hayat devam ediyor. Yaşamın, tecrübelerimizden ibaret olduğunu bir kez daha anlıyorum. “Tuzak”lar karşımıza çıksa da yaşamaya devam ediyoruz, bizi yöneten güce karşı. “Sır”lar katarak hayatımıza devam ediyoruz… “Sözcüklerin tek tek karşılıklarını bilmenin anlamsızlığını, birleştirildiklerinde bile anlam kazanmayabileceklerini anlamaktan uzağım. Zorla belleğini, anımsa kendini! Sabredin, bulaşabilirsiniz. Hiç de inandırıcı değil artık. Umut yok.”
Her şeye karşın, yaşamayı sevmesem de yaşamaya katlandığım “Mızıkalı Yürüyüş”ümü 1997 yılında kaleme aldım. Bu yürüyüşte bana eşlik eden akrabalarım, dostlarım hikâyelerimin kahramanları oldular. Bence rastlantı dostluklar, kan bağının getireceği sevecenlikten daha güçlüdür. Gülten, mızıkalı yürüyüşümde bana eşlik eden, yalnızlığıma ve bana katlanan dostum, her şeyim. İnsanoğlu kendisine acıma bencilliğinden kurtulamıyor bir türlü. “Yolcular karşılandı. Boşalan terminalde bir ben tek başınayım. Hüzne tutuklandım hemen. Yalnızlığını seçen katlanmalı. Seçtiğimi de nereden çıkarıyorum? Öyle, kendiliğinden oluştu.”
Ne önemi var ki anıları saklı tutmanın? Yaşandı ve bitti diyebilirim tüm anılarıma… 1998’de “Kara Tren” yolculuğumla anılara devam ettim hikâyelerimde. Hem gerçek hem kurmaca, bir arada insanın düş ülkesinde yaşıyor. Yaşam yolculuğumuz da bir tren yolculuğu gibi -kara bir tren yolculuğu gibi- istasyonlardan ibarettir. Kimi istasyonda çok bekleriz, yolcular çoktur; trenden inenler ve trene binenler… Kimileri hayatımızda iz bırakır, kimileri hayatımızın ortağı olur. Kaderimiz oluverir buluşmalarımız, istasyonlarımız. “Ben zaten hiç beceremedim, hiçbir şey, iç yangını anılar yaratmaktan başka.”
Kaçındıklarımı süzgeçten geçirdikçe geriye acınası toz yığını kalıyor. “Kapan”a kısıldığımı hissettim 2001 yılında. Yaşanmış, yaşanmışlığıyla kaldı orada. Ateist mi, anarşist mi, nihilist mi ne olduğumu bilemeden boşluğun kollarındayım kapanda. Yaşamımın son basamaklarını çıkarken kaleme aldım bu öyküleri. Manik depresif duygular içindeyken Anton Çehov hep yanımdaydı diğer yazar dostlarım gibi. Huzur yok benim için. Kendimle barışık yaşayabilseydim belki her şey daha farklı olurdu. “Yaşam bir deha işi değil. Bir sürgün, köle düzeni. Kurtuluşu ummak safdillik. İntihar seçimi bu yüzden gerekli. Ne ki yürek isteyen bir eylem. Hep tasarladım salt. Kendiliğinden oluşmasına bel bağlıyorum.”
edebiyathaber.net (28 Temmuz 2023)