Anket şirketinden ayrılmıştım. Daha doğrusu ayrılmak zorunda kalmıştım. Sigorta, sosyal haklar gibi kazanımlara sahip değildim, ama iyi para kazanıyordum. İşimden memnundum aslında. Gün boyu dışarıda olmak, sürekli yeni birileriyle tanışmak hoşuma gidiyordu. Gevezeliği oldum olası sevmişimdir. Yumuşacık yapıyor insanı. Anket başı ücret ve prim usulü karşılığında çalışıyorduk. Derken seçim furyası bitti. Boşa düşmüştük. Yapacak bir işkalmamıştı. Şirket bize kibarca kapıyı gösterdi. Yeni projelerde de birlikte çalışmak istediklerini belirttiler. İnanayım mı, inanmayayım mı, bilemedim. Hem, ben sizinle çalışmak istiyor muyum, soran yok. Son ayın ücretini alamadık. İki ay sonra ödeyeceklerdi. “Ödemelerimizi alalım sonra sizi de görürüz”, demişlerdi. Yapacak bir şey yok gibiydi. Seçim öncesi ödemeler düzenliydi, sonrası pek güven vermiyordu. Arayı sıcak tutup iki ay sonrayı beklemek en mâkul yol gibiydi. Şikâyet etsen ne olacak ki? Resmi hiçbir kaydım yok, çalıştığımı bile kanıtlayamam.
Yoğun bir dönem sonrası biraz dinlenmek istedim. Üç hafta evden dışarı çıkmadım.Televizyon bağımlısı olmuştum. İzlemediğim dizi, haber programı, yarışma kalmadı. “Buralarda kendime bir kapı açsam ne güzel olur, hem şöhret hem para”, diye düşünmedim değil. Ama tüm memleket sırada be. Bana sıra gelir mi ki? Biraz da benim g.tüm kalksa fena mı olur?Sosyal medya da bir başka ilgi alanım oldu. Facebook ve Twitter’da engin anketörlük deneyimlerimi paylaştım. Dürüst olmak gerekirse seçim analizlerimin pek ilgi gördüğünü söyleyemem. Tecrübelerim ziyan oldu. Hatta bir arkadaş, “Memleket boş analizcilerden geçilmiyor,bis.ktirgitallasen hacı, bari sen eksik kal”, diye yazma cesaretini bile gösterdi. Nankör bedevi seni. O damıtılmış bilgileri başka kim verebilir sana? Bu apolitik tırtlar yüzünden geliyor başımıza ne geliyorsa.
Neyse efenim elde avuçta bir şey de kalmadı. Hazır yemeğe de dağ dayanmıyor. Faturalar ve kira da sırada. Tembelliğimi üzerimden atıp iş aramaya koyulmam lazımdı. En azından bir hava almalıydım. Evden dışarı atmalıydım kendimi. Nefessiz kaldım, bunaldım, öleceğim yoksa. Sabah erkenden kalktım. Dışarısı güzel bir günü muştuluyordu. Ne güzel kelime lan şu ‘muştu’. Sebepsiz neşe işte. Neyse, ikisi bir arada kahvenin yanında bir de tütün sarıp tellendirdim. Çıktım biraz parkta oturdum. Doğan güneş beni ısıtana kadar bekledim. Ciğerlerim açılmıştı. Bir börekçiye gitmeyi düşündüm. Yolda kararımı verdim; kıymalı, patatesli ve ıspanaklı karışık bir porsiyon isteyecektim. Börekçinin önünde buğulu camdan iştahla börekleri seyrettim. Birden ceplerimi kontrol etmek aklıma geldi. Topu topu dört liram vardı. Kredi kartı limitini çoktan doldurmuştum. Yemek yapmayıp her günü pizzayla, kebapla geçirirsen olacağı buydu. Ancak bir poğaça bir de çay alabilirdim. Ben de öyle yaptım. Böreklerin kokusu delirtiyordu beni, o ayrı. Ah şu isteyip de alamamak… Paramı bitirmiştim. Sonra harika bir oyun geldi aklıma. Çılgın bir kâr oyunu.
Olabildiğince gerçekçi bir oyun olmalıydı. Oyunu oynarken caddenin sağındaki solundaki duvarlara, elektrik panolarına yapıştırılmış ilanlara da bakmalıydım. Böylece sorumluluklarımı da göz ardı etmemeliydim. FGİş de aramış olmalıydım. İŞKUR’a gitsem asgari ücretli bir işten ötesini bulamazdım. O da olursa. O kadar da değil. Boşuna mı üniversite okudum. Hak ettiğimi almalıydım. Harcatamazdım kendimi.
Bir iki saat sonra oyunuma başlama cesaretini buldum. Kolay olabileceğini düşündüğüm bir hedef seçtim. Evet,seyyar bir simitçi. Doymamıştım daha,mideye bir şeyler göndermeliydim. İki simit yiyebilirdim. Simitçi tanesi iki liradan veriyordu simidi. “Her yerde bir buçuk lira sen de niye bu fiyattan satıyorsun?” diye başladım söze. Yaptığının doğru olmadığını anlattım. Hem susamları da ne kadar azdı öyle. Bir buçuk liradan verirse iki tane alacağımı söyledim. Mırın kırın etti önce, ama sonra kabul etti. Israrım bıktırmıştı adamı. Ve almadım. İradem müthişti. “Ben bu yanık simitlere üç lira vermem.” deyip uzaklaştım. Palabıyık dayı hiddetlendi. Arkamdan birkaç küfür işittim, ama neyse. Kulaklarım da duymayı versin canım. Oysaki üç lira kâr etmiştim. Para harcamam gerekirken harcamamıştım. Mutluydum, gururluydum. İlk denemem gayet başarılıydı. Kâr oyunum başarılı olmuştu. Cesaretim artmıştı.
Yüksek kârlar peşindeydim. İhtiyaçlarımı anımsamaya çalıştım. Evet,bir bazaya ihtiyacım vardı. Tek odalı küçük evimde eşyaları yerleştirecek yer kalmamıştı. En azından kışlıkları ve kitapları buraya istifleyebilirdim.Cadde üzerindeki bir mobilya mağazasının açılış saatini beklemeye karar verdim. ‘Üretimden halka’ bu mağaza bütçeme gayet uygun olabilirdi. Derin bir nefes aldım. Açıldığında daldım içeri. Satıcı çay hazırlıyordu. Biraz beklersem çay ikram edebileceğini söyledi. İkramını memnuniyetle kabul ettim. Çayım bittikten sonra yüzsüzlüğe vurup bir bardak çay daha istedim. Dört lira daha kâr etmiştim. Biraz memleket ve ne iş yaparsın muhabbeti yaptık. Başlamak için sabırsızlanıyordum. Çayı içtikten sonra bazaları incelemeye başladım. Hazırdım. Satıcıya her bazanın özelliklerini uzun uzun anlattırdım. Ürüne ve anlatılana ilgili bir müşteri olduğum her halimden belliydi. Bu satıcının anlatma iştahını da arttırıyordu. Yorulmuştu garibim. Bir ara acıdım bile. Sonra ekonomik durumumu düşünerek en ucuzunu almaya karar verdim. Elbette pazarlık ettim. Beş yüz liralık bazayı dört yüz liraya düşürdüm. Satıcının niyeti belli ki biraz da siftah edelim düşüncesiydi. “Hadi bu da maliyetine olsun.” demişti. Esnaf ağzı işte. Yaklaşık bir saattir mağazadaydım. Değil mi ya, her şey gerçeğe uygun olmalı. Ve elbette almadım. Aslında mavi bir baza aradığımı söyleyerek vazgeçtim. Görevli kıpkırmızı oldu. Küfredecek gibi oldu, sonra sustu. Güne böyle başlamak istemiyordu anlaşılan. “Hayırlı işler.” deyip uzaklaştım. “Hadi kardeşim hadi.” diye söylendi.Haz kendimden geçirmişti beni. Arsızlığı başarmak ne keyif. Yaşasın kötülük. Dört yüz lira daha kârdaydım.
Bir elektrik trafosu duvarında iş ilanları gözüme ilişti. Çağrı merkezine eleman, tekstil atölyesine makineci ve ortacı aranıyor, kafeye bulaşıkçı, markete kasiyer. Ben bu işleri yapamam. Hem tecrübem yok hem de benim ankette aldığımın yarısını bile vermiyorlardır. İşin kötüsü anket işinin sürekliliği yok. Benim adamakıllı bir iş bulmam lazım. Ama ne?Oysaki aklımda oyun var. Bugünüm çok daha kârlı geçmeli. Oyunun cezbediciliği iş aramayı unutturuyor neredeyse bana.
Bir süre dolaştıktan sonra bir harici belleğe ihtiyacım olduğunu anımsadım. En az 64 GB olmalıydı. E-kitap arşivim bir hayli büyümüştü. Yanımda taşımak hoşuma gidiyordu. Caddenin sağında sapa bir yerde bir elektronik mağazasına girdim. Bir müşteri gördüğüne memnundu satıcı. Güler yüzle karşıladı. Her harici bellek markasının garanti koşullarını, indirim oranlarını öğrendim; renk seçeneklerini tezgâha çıkarttırdım. Hatta üretim koşulları, menşei ve markaların pazar payları hakkında bile bilgi almaya çalıştım. Satıcı perişan olmuştu. Bu zımbırtıların hepsi aynı diyerek en ucuzunu seçtim. İndirim oranı üzerinden bir de pazarlığa giriştim. %20 indirimi %35’e kadar çıkarttım. Sonra tabi almadım. Yarım saattir oradaydım. “Bu garanti koşulları hep yalan; uğraştırıyorlar ve değiştirmiyorlar ya da tamir etmiyorlar.” dedim. Vazgeçtim. Satıcı ne ana bıraktı ben de ne baba. Soluksuz küfrediyordu. Duymamazlıktan geliyordum elbette. Hızlıca dışarı yöneldim. Kafama bir kupa isabet etti. Satıcı bayağı iyi nişancıydı. Askerliğini komando olarak mı yaptı acaba? Can havliyle koşmaya başladım. Böyle bir şey olacağı belliydi. Ama oyun çok tatlı, ne yaparsın. İzimi kaybettirdiğimi düşündüğümde yavaşladım, kafam kanıyordu. Ucuz atlatmıştım. Bir kâğıt mendile ihtiyacım vardı. Şimdi bir de kâğıt mendil pazarlığı gerilimine dayanamayabilirdim. Yakınlardaki bir camiye gidip suyla kafamı temizledim. En azından su pazarlığı etmedim. Suyu bedavaya getirmiştim. Ancak tuvalete gitmek gerekse yeni bir kârlı oyun başlatmak gerekecekti. Cami tuvaleti ücretliydi. Avluda bir bankta dinlendim.“Bugünlük yeter,”diye düşündüm.
Eve gitme zamanı gelmişti. Tam arsızlaşamamıştım galiba. Şiddete maruz kalmak beni korkutmuştu. Yine de bu oyunu sevmiştim. “Akşama yeni bir kâr planı yapmalıyım.” diye düşündüm. Yeni kârlı alışverişler istiyordum. Hazdan deliye dönüyordum. Can sıkıntımın ilacını bulmuştum. Televizyonun ve sosyal medyanın da alternatifi buydu. Bu oyun uzun süre oyalanmamı sağlayabilirdi. Yalnız şu parasızlığı ne yapmalı. Bakkala veresiyeye başlayacağım. Bakkalla da pazarlığı sonra yaparım artık. Yeni bir kâr oyunu işte. Güzel bir gün geçirdim. Dörtyüz ellidokuz lira kâr etmiştim. Tasarruf bilinci ve yaratıcılık bu işte. Yarını iple çekiyordum.
Barış Akkurt kimdir?
Öykü yazmaya 2010 yılında katıldığı İnsancıl Atölyesinde başladı. Öyküleri, Lacivert Öykü ve Şiir, Kurşun Kalem Edebiyat, Hayal Dergisi gibi dergilerde ve çeşitli mecralarda yayımlandı. Propaganda yayınlarınca yayımlanan ‘Fanzin(ci)lerKonuşuyor’ isimli bir çalışması bulunmaktadır.
edebiyathaber.net (24 Aralık 2019)