Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, söz bitiyor, cümleler yükleme bile varamıyor bazen, hep devrik kalıyor. Dün Suruç’ta yaşananlar da bizi yine yüklemsiz cümleler kurmaya zorluyor. Çünkü bir bitiş var. Yaşamın canice bitirilişi var.
Ve bu son öyle bir son ki, öyle bir bitiş ki bu nedenle ifadesiz ve devrik. Nurdan Gürbilek “Sessizin Payı” adlı kitabında; ”yazı neyi kurtarır?” diye soruyordu. Çok haklı bir o kadarda karmaşık bir soruydu. Şimdi aklımda bu soruyu tutarak yazıyorum. Yazı, bazen hiçbir şeyi kurtaramayacak hale gelip, bize cümleyi imkȃnsız kılabiliyor. Ama şöyle bir şey de var; cümleler bazen “hiçe” çıksa da yazı en azından kendi özelimde nefes almamı sağlıyor. Çünkü bu coğrafya insanı için çoğu zaman nefes almak bile lüks hale geliyor. Dün yine böyle bir gün yaşadık, acının neresini tutacağını şaşıran belleğimize hiç hafiflemeyecek bir yük daha yükledik, hem de ne yük!
Bazı insanlar vardır onlar kendi yaşamlarını bir kenara bırakıp, başka yaşamları kurmaya adarlar her şeylerini. Kimlikleri göçebedir onların, acı nerdeyse orada olurlar, ateş nereye düştüyse orada yanarlar. Bir yerde deprem olur onları görürsünüz, mültecilerle ilgili bir sorun olur onlar hemen koştururlar. Dünyanın bir yerinde bir çocuk üşüse onların derdi olur. İsimsiz kahramanlardır çoğu zaman. İşte dün kirli politikalarla katledilen güzel gülüşlü, kimisi vicdani retçi, kimisi gazeteci, kimisi öğrenci o insanlar bahsettiğimiz insanlardandı. İnsanlar bireysel dertlerinin peşinde, küçük yaşamları için büyük hesaplar yaparken; onlar, o gelecek güzel günlere, başka dünyalara inanan, hayal gücünü iktidara taşımaya heves etmiş o çocuklar, bütün yaz tatillerini boncuktan eşya satarak savaşın her halini görmüş küçücük çocuklara azıcık umut götürmeye adamışlardı. Umudun, küçük harflerle yazıldığı coğrafyamızda onlar çuvallara doldurmuşlardı umudu, güzel yürekleriyle, elleriyle. Ama olmadı umut düşmanları, yaşam düşmanları izin vermedi. Her türlü siyasi çıkarımın anlamsız kaldığı, tüm sloganların havada asılı kalıp pratiğe dönüşemediği yurdumda bir şeyleri gerçekten yapabilmiş gencecik insanlardı. Şimdi yoklar. Zaten eksikti ya her şey hani eksik bir şeyler vardı ya yaşamımızda artık her şey daha da eksik olacak. Çocuklar için umut taşıyacak o tren raydan çıktı. Yeni trenler olacaktır elbet umutsuzluğun karşısına umudu koyanlar her dönem olmuştur. Ama bazen işte bazen, bir şeyler bitmez ama eksilir ya dün o güzel insanların katledilişi dünyayı eksiltmiştir. Çünkü başta söylediğimiz gibi bu insanlar coğrafya ayırt etmeden sahip çıkarlar. Sadece insana değil doğaya da. Bu nedenle Karadeniz’de dere de onların derdidir, Cudi’de yanan ağaçta.
Kötülüğün sıradan olmanın ötesine geçip, saf olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Saf kötülük içine vicdan katılmamış, yok etmeye adanmış bir kötülük biçimi. Direkt yaşama kast eden, duygusuz bir kötülük. Bu kötülük her şeyin ötesinde cani, katil, acı tanımaz, vicdan bilmez bir kötülük. Tanrının bile terk ettiği dünyada bugün bize yaşam biçimi olarak sunulan kötülük. Öyle bir hal ki bu oyuncağı bile kana boyuyor. Öyle bir durum ki bu yaşamı sürdürülmez hale getiriyor. Adorno “yanlış bir yaşam doğru yaşanmaz” demişti ya işte öyle yanlış bir yaşamda süren bir kötülük hali bu. “Doğru yaşam” ne peki? Diye sorarsanız işte “doğru yaşam” dün katledilen o çocukların inşa etmeye çalıştığıydı. Her şeyi yanlış olan bu dünyaya küçük doğru tohumları ekmeye çalışan o güzel insanlar saf kötülük tarafından elimizden alındı. Yine Adorno söylemişti. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” diye. Söylediği şöyle bir şeydi belki de; artık yazılan hiçbir şey eskisi gibi olamayacak, yaşananlar her cümleye yerleşecek, her kelime eski anlamından farklı anlamlara gelecek. İşte Suruç’tan sonra böyle hissedeceğiz, yanlış yaşama doğru tohumlar ekmeye giden o güzel çocuklar için kurulacak hiçbir cümle onları ifade etmeyecek, şimdi yazmaya çalıştığım bu yazının cümleleri gibi, her kurulduğunda “hiçe” dönüşecek.
Bir de bu konuda şöyle sorular soranlar var; “ne işleri vardı orada?” gibi. Şöyle güzel kardeşim bizler oturduğumuz yerden ahkȃmlar keserken, bu sorularınıza muhatap ettiğiniz o çocuklar yıkımın, savaşın, acının içerisinde geleceğe dair tüm düşleri ellerinden alınmış, oyunları barut kokan, küçücük canlara oyuncaklar götürüp hayal kurdurmaya gidiyorlardı. Oyuncak deyip geçmeyin çocukluğunuzu hatırlayın harçlıklarınızı biriktirip aldığınız çuh çuhlu treni, gece başucunuza koyup uyuduğunuz gözleri hep sevgiyle bakan ayıcığı… İşte bu çocuklar için o oyuncaklar yaşamın normalleşmesi anlamına gelecekti. Onlara, ellerinden alınan oyunları, oyunlarıyla birlikte hayalleri iade edilecekti. Fidan dikeceklerdi savaştan kalan yıkımın ortasına gülüşleri katledilen o insanlar, Berkin için meyve ağaçları ekip meyveleriyle acılı çocukların içine sevgi ekeceklerdi. İşte böyle amaçları vardı senin oturduğun yerden “ne işleri vardı orada?” diye sorduğun o insanların. Ve onlar şimdi yoklar canice katledildiler, nasıl Berkin’le eskiden para üstü kalsın diye, koşarak ekmek almaya giden çocuk imgesi yok olduysa, oyuncak imgesi de öldü zihnimizde. Oyuncağın ölümü geleceğe dair umudun ölümü değil midir biraz? Çocukluğumuzda oyunlarla oluşmaz mı geleceğe dair hayaller? İşte dün Suruç’ta o güzel hayalli çocuklar gitmedi sadece geleceğe dair zaten çok az olan umudumuzda gitti. Dün bu coğrafyada oyuncağın bile ölüm ilanı verildi.
Emek Erez – edebiyathaber.net (21 Temmuz 2015)