Karmaşık bir biçimde birbirimize bağlanmış ve düğümlenmiş bir haldeyiz bu canlı dünyada. Ve baktığımız her şeyde bize ayna tutan bir var olma biçimi var. Merleau-Ponty’ye göre başkasına dokunduğumuzda aynı zamanda kendimize de dokunuyoruz. Varoluşumuzu duyumsuyorsak ki bunu başkalarıyla temasa girmiş olduğumuz için yapabiliyoruz. Lisa Günther ise diğer insanlarla aynı alanı paylaşma konusunda, düzenli bir deneyimden mahrum kaldığımızda kendi sınırlarımızı takip etme kapasitesini de kaybettiğimizi söylüyor. Birbirimiz olmadan, bir başkasının gözeneklerinden kendimizi bulmadan, bir başkasını içimize almadan yaşanılan bir yaşam… Gerçek yaşam değil zaten. Mutlu olmak için birbirimize ihtiyacımız var. Merleau-Ponty’nin dediği gibi ‘hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez. Bunun nedeni başkalarının bizim için gerekli olması değil ancak birlikte mutlu olabildiğimiz içindir.’ İnsani temas ve onunla birlikte gelen varoluşumuzun onaylanması… İşte hayatımızın özü bu.
İnsanlar dünya içinde olduğu kadar dünya da bizim içimizdedir.
Merleau-Ponty
Hep beraber nefes aldığımız ve nefesimizin dünyanın nefesine karıştığı bir dünyanın, yaşanabilir olduğunu unuttuğumuzda… Tüm adaletsizliklerin kapısını aralıyor ve yaşamı yaşanılmaz hale getiriyoruz. Bunun tek sebebi biz değiliz. Bu sorunun kökü İris Marion Young’a göre sosyal ve politik yapıların içinde. Hem de derinlemesine gömülü… Adil ve kapsayıcı bir dünya istiyorsak eğer bu dehlizlere girip sorunu kökten çözmek zorundayız. Ama… Milliyetçi önyargılarla, savaşlarla, küresel eşitsizliklerle ve adaletsizliklerle dolu dünyada hiç de kolay değil bu. Bugün on milyonlarca insan açlıkla karşı karşıya… Yüz milyonlarca insan temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarında ya da evlerini ısıtma maliyetlerinde meydana gelen kabul edilemez zamlarla boğuşuyor. İklimin bozulması ekonomileri felce uğratıyor ve kuraklık, kasırga ve seller insanları evlerinden ediyor. Ve 20 milyondan fazla insanın ölümüne neden olan COVID-19’un etkilerini yaşamaya devam ediyor. Tüm bu karamsar tablo önümüzdeyken… Hayatın adil ve yaşamı destekleyen formülünü nasıl bulacağız peki? Ekonominin sağlığını bizim sağlığımızın önüne koyanları… Yoksul işçinin hayatını idame ettirebilmesi için ekonomiyi açıyoruz diyen o sesi… Toprağın altında unutulan unuttuğumuz canların sessizliğini… Görmezden gelerek yarattığımız bu dünyanın yaşanılır olmasını nasıl sağlayacağız? Ölümün önlenebilir olduğu koşullarda insanları ölüme terk ettiğimizde yaşamın değerini ortadan kaldırmıyor muyuz? Evet, tek başına bizler suçlu değiliz. Ama tüm bu olup bitene göz yumduğumuzda suça ortaklık etmiyor muyuz? Suç eylemini gerçekleştirenler kadar görmezden gelenler de suçlu Judith Butler’a göre… O yüzden birini öldürmek ile ölmesine izin vermek arasında bir fark olduğunu düşünen Michel Foucault’a katılmıyor.
Pandeminin eşitleyici bir işlevi olduğu savını öne sürdük birçoğumuz. Bu sürecin yaşam için bir fırsat olduğunu… Ama… Her zamanki gibi açgözlülüğümüz, duyarsızlığımız ve örgütlülüğümüzle kendini bize açan dünyayı sorgulamaktan bile kaçındık. Yaşanabilir bir hayat sürüp sürmeme sorununu kişisel bir varoluşsal sorun olarak görmeye devam ettik. Oysa bu toplumsal eşitsizliğin merkezinde insan olmadan yeşerip canlanan yeryüzünün de sorunuydu. Bugün bildiğimizi sandığımız dünyadan çok farklı bir yerdeyiz artık. Doğanın kendini yenilemeye başladığı o kapanma döneminde deneyimlediğimiz her şey çöp oldu. Ben yerine biz olamadığımız için… Bir kez daha yaşanabilir yenidünyanın kapısından sızabilme fırsatını kaybettik.
Kapitalist sistemin önümüze koyduğu fayda maliyet grafiği ile bedenin sağlığını hayatın önüne geçirirken sesimizi bile yükseltemedik. Emeği; devredilebilen, yeri doldurulabilen olarak gören sistemin kurbanlarıyız hepimiz. Yarattığı eşitsizlikle bizi ölüme mahkûm ederken asalak bir azınlığı zenginleştiren… Bedenlerin canını ödünç almakla kalmayıp o canı tüketen…“Kim kendi yaşamından, dostlarının ya da ailesinin yaşamından yeryüzünü paylaştığı kitlelerin yaşamlarından bu kadar kolay vazgeçen bir dünyada yaşamak ister ki? ”Oysa… Dünyanın yaşanabilir olması için hem yaşama koşullarını sağlaması hem de yaşama arzusu uyandırması gerekmiyor mu? Arendt’in bizi hem birleştiren hem de ayıran bir masa olarak gördüğü bu dünya artık harap bir halde… Eğer bu masayı yeniden düzenleyemezsek… Dünya, ekonominin kuklası olmaya ve bizler de çok kolay harcanan piyonlar olmaya devam edeceğiz.
Oyunu bozmak bir dünya yaratma projesidir.
Sara Ahmed
Kendi kendini iyileştirmeye başaran bu dünya üzerinde tahakküm kurmaya çalışmak… Yeni bir dünya yaratma hayalinin arkasına sığınmak beyhude bir çaba. Zaten başka bir dünya da yok elimizde. Yaşanabilir hayat için nasıl bir siyasete ihtiyacımız var? İşte bu soruya yanıt bulmak zorundayız. Ama… Ortak müştereğimizi bulmadan, bulamadan bu sorunun yanıtı yok. Çözüm üretmeden geçirdiğimiz her dakika her saniye daha fazla karanlığa gömülüyoruz. Toplumsal yapıları oluşturan kapitalizm ise hayatlarımızı, bedenlerimizi sömürürken bizlerde tekrarlanan ve alışkanlıklar haline gelen eylemlerimizle ona katkıda bulunuyoruz. Birileri de şişirdikleri servetleriyle uzaya seyahat ediyor.
Artık tüm bunlarla yüzleşmenin zamanı gelmedi mi? Düşüncemizi sınırlayan korkuluklardan ve önyargılardan kurtulmanın… Bahane üretmekten vazgeçelim artık. Onlarda tükendi zaten…
Ya hakkımız olduğunu düşündüğümüz umut! Bizden umudunu kesmek üzere…
“Bilinç her şeyden önce bir ‘bunu düşünüyorum’ meselesi değil,
‘yapabilirim’ meselesidir”
Merleau-Ponty
Kaynak:
Ne Menem Bir Dünya Bu? Judith Butler, çev. Burcu Tümkaya, Metis Yayınları
https://www.queensu.ca/gazette/stories/opportunity-build-bridges-strengthen-ties
edebiyathaber.net (3 Mayıs 2024)