“Yangın”, bir ilk kitap, Özge Sarıoğlu’nun distopik nitelikli ilk romanı. Yakın gelecekte, baskıcı, giderek birbirine benzeyen toplumlardan oluşan bir dünyada geçiyor. Tüm dünyayı fetheden yangını, sayıları giderek azalan bir grup insanın başka türlü bir yaşam alanı açmaya çalışmasını anlatıyor. Sarıoğlu’yla romanı, edebiyatı, muhalefeti, gidişatı konuştuk.
Yangın metaforu ve distopya bir araya gelince akla “Fahrenheit 451” geliyor. Bilimkurguyla aranız nasıl, okur musunuz?
Bazı türleri diğerlerinden daha çok seviyorum. İlk sırada büyülü gerçekçilik var benim için. Yine de genel olarak tür seçerek okuyan bir okuyucu değilim, edebi değeri olduğu sürece tür ne olursa olsun okuyabilirim. Bilim kurguda, Ursula Le Guin özellikle keyifle okuduğum bir yazardır.
Çıkış noktanız neydi? Türkçede pek anlatılmıyor bu tür hikâyeler…
Biz Türkiye’de çok kendi içine kapalı, kendi dertleriyle uğraşan, gündemi bol bir hayat sürüyoruz. Ancak bunun biraz dışına çıkıp bakınca, dünyada küresel ısınmadan, bölgesel savaşlara, bir ülkede yabancı olmaya, bir toplumda kadın olmaya kadar pek çok sorun var. Ben de tüm bunların bende yarattığı bir çaresizliği haykırmak için yazdım. Bir de tabii bu çaresizlik insanda hep “gidelim buralardan” hissini yaratır, biraz da o hissin peşine düştüm. “Gitmeye kalksak gerçekten kurtuluş olur mu” merakı idi romanı doğuran.
Yangın, kitaplarla ilgili değil, her yer yanıyor ve kimse bu durumdan şikâyetçi değil. Çoğunluk ne istiyor azınlıktan… Sadakat, itaat, standart vesaire nedir derdimiz?
Aslında bence herkes şikâyetçi ama kimse yangını durdurabileceğine inanmıyor, o yüzden de kimse çaba harcamıyor. Harcamıyoruz. Azınlıklarsa alıştığımızın dışındalar ve rahatsız ediyorlar bizleri. Belki bizim dışımızda başka bir hayatın varlığı bütün o harcamadığımız çabaları yüzümüze vuruyordur. O yüzden de bizim gibi itaat etsinler istiyor olabiliriz.
Benim asıl ilgimi çeken, gidişattan rahatsız olan muhaliflerin diyelim, gün be gün parçalanması… Kendi içlerinde bir hiyerarşi oluşturmaları, mevcut durumu rasyonalize etmeleri…
Gerçek hayatta da böyle değil midir? Her şey iyi giderken kalabalıksınızdır da işler ters gitmeye başladı mı bir bakarsınız bir başınıza kalmışsınız… Herkes bir şeyi düzeltmenin kendince bir yolunu bulmaya çalışır, kendi nedenlerini ve çözümlerini rasyonalize eder. Genelde de herkesin çabaları farklı farklıdır ve bizleri başka başka yerlere savurur.
Aslında romanın tehlikeli bir tarafı var. Aktüelle bir arada düşünülecek, yaşadığımız yere ve zamana benzetilecek. Daha açık söyleyelim AKP’yle paralellik kurulacak. Bu tür yakıştırmalar, romanın tanıtımına iyi gelebilir ama uzun vadede olumsuz da etkileyebilir.
Demin de dediğim gibi biz o kadar kendi içine kapalı bir toplumuz ki, oy verdiğimiz partinin, toplumdaki yerimizin, tuttuğumuz takımın gözlüklerini çıkartıp dışarıda başka bir şeylerin de olabileceğini düşünmüyoruz. “Yangın”da bu gözlükleri takmadan, daha geniş bir çerçeveden bakmak istedim. O yüzden kitapta ülkelerin de insanların da isimleri yok. Bilinçli bir seçimdi bu.
İlk kitabı çıkmış bir yazara sorulacak soru değil belki, tadını çıkarın ama insan yine de merak ediyor. Bu tarza devam edecek misiniz? Var mı yeni bir roman çalışması-tasarısı…
Genelde sıkıntılardan ilham aldığım bir gerçek ama bir tarza kendini kısıtlamak bence çok kısır bir yol, üstelik sıkıcı da… Yine de aklımda başka bir roman tasarısı daha dolaşıyor bu aralar -ki daha çok araştırma yapmam lazım yazmadan önce- o da yine bu tarza uzak olmayacak gibi duruyor. Tabii yazmaya başlayınca, yazı beni nasıl bir maceraya atacak göreceğiz.
Söyleşi: Serap Uysal – edebiyathaber.net (11 Aralık 2014)