1981 doğumlu bir öykücü Özgür Mutlu. ‘Olay yerinden seslenen’ öyküler yazan Özgür Mutlu ile vicdanı, Mithat Amcayı, samimiyeti ve bütün bunlara rağmen öyküyü, yazmayı, yazmamayı konuştuk.
Yazmaya başladığınız zamanı hatırlıyor musunuz? İlk yazı denemeleriniz hangi türde olmuştu? Ve M. Özgür Mutlu kim?
Ortaokul yıllarımda yazmaya başladım. Güzel, kalın kapaklı defterlerim vardı. Sayfalarına fotoğraflar, dergi kesikleri yapıştırır, bir şeyler karalardım. Daha da öncesinde İlkokul öğretmenimle mektuplaşırdık. Düz yazıyla başladım yazmaya; ilk yazı denemelerim günlüğü andırıyordu. İçinde hikâye parçacıkları da vardı ama daha çok iç döküş şeklindeydi. Kısa bir süre şiir yazmaya da çalıştım; başaramadığımı anlayınca bıraktım. Bundan sonra sadece öykü yazdım. Roman denemelerim var ama bir daha şiire bulaşmadım.
Kim olduğum sorusunun cevabı çok değişken. Herkes için öyle bence. Kim olduğumuz, kim olduğumuzu hayal ettiğimizle de alakalı. Çok samimi ve doğru bir cevap bulmak mümkün değil gibi geliyor. Kendimle ilgili şunu söyleyebilirim; dünyada ne işimiz var çok anlayabilmiş biri değilim. Kimileri olayı çözdüğünü iddia ediyor, saygı duyuyorum. Ama ben hiçbir şeyle ilgili iddialı laflar edemiyorum. Bu duygum gerçekliğin iyice kırıldığı, kanaatlerin bizi dört bir yandan sarmış dezenformasyonla şekillendiği, hazırlop cevapların beynimizin içine sokulduğu dünyanın ve ülkenin politik iklimde daha da belirginleşti. Belki de bu yüzden son zamanlarda yazmanın benim için dünyada neler olup bittiğini anlama çabası olduğunu sanıyorum. Bir nevi sesli düşünme.
İnsanların, gençlerin, tırnak içindeki daha aklı başındaki işler uğruna didindiği bir dönemde öykücü olmak, nasıl bir yaşayışın, duyuşun sonunda karşınıza çıktı? Bu durum sizi korkutmuyor mu, ‘geleceğiniz’ için ne düşünüyorsunuz?
Burada aklı başında işlerden kasıt sanırım müteahhitlik, maden ocağı işletmek ya da televizyon yorumculuğu gibi işler oluyor. Muteber işler; adamların hepsi takım elbise giyiyor sonuçta. Para kazanmak gerekiyor; para kazanmak için aklı başında işler yapmak gerekiyor; itirazım yok. Fakat akıl bir noktaya kadar bizi taşıyabilir. Sorun aklı başındalığın bir süre sonra akılları baştan alıp vicdan eksikliğine yol açması. Günümüzde en büyük yozlaşmanın vicdanlarda olduğunu sanıyorum. Vicdan bir kere köreldi mi ilkeler de yok oluyor, onurlu kalabilmek de mümkün olmuyor; insan en büyük vicdansızlığı kendine yapıyor yani. Vicdansızlığın, ilkesiz duruşun dozu arttıkça toplumun büyük adam olarak kabullendiği biri olma potansiyeli de artıyor. Büyük adam oldukça evlere, saraylara sığmaz oluyorsun; gerek yok. Ben de tırnak içindeki aklı başında işlerden yapmaya çalıştım, çalışıyorum da. Bundan kaçamıyorum. Fakat bir vicdanımın olduğunu da her fırsatta kendime hatırlatmaya çalışıyorum. Öykü yazmak bana vicdanımı koruyabilme olanağı sağlıyor; belki de vicdanımı kanattıkça rahatlatacak bir alan veriyor. Yazdıklarımda samimi olmaya gayret ediyorum. Olamıyorsam yazmıyorum. İnsanları kandırıp, eşime çocuğuma kendimi iyi bir insanmışım gibi göstermek istemem. Neden yazmaya başladım ve nasıl devam ediyorum sorularının tek ve sürekli bir yanıtı yok. Farklı dönemlerde yazmayı farklı temellerin üzerine oturtma çabası var sadece. Bu temeller bazen çok bireyselleşiyor bazense çok daha toplumsal ya da felsefi bir boyut alabiliyor. Aslında çoğu kez de yazma nedenimizi söylerken nedenden çok sonuca işaret ediyoruz ya da vardırmak istediğimiz sonuca.
Her gün kandırıldığımız, manipüle edildiğimiz, doğrularla yanlışların eğilip bükülerek yer değiştirildiği bir ülkede yaşamak elbette zaman zaman gelecek adına korku veriyor. Korku o kadar da kötü bir şey değil bu arada; varoluş sigortası olduğunu düşünüyorum. Bizi dinç, tetikte tutuyor. Korkmayan insanlardan olmak istemezdim; çoğu bence uyuşmuş ve kendilerinden de umudu kesmiş kişiler. Korkunca da yazıyorum; başka bir direnme şekli bilmiyorum.
Öykünün / hikâyenin kalıcılığı sizce nerde, hangi gizde aranmalı? Ya da bir giz aranmalı mı?
Öykünün kalıcılığı bence pazarda Mithat Amcanın tezgâhından aldığımız atadan kalma tohumdan üretilmiş karpuzda aranmalı. Şöyle ki; pazarda yaşını epey almış köylülerden biri de Mithat Amca. Ondan aldığımız karpuzların çekirdekleri kocaman, siyah düğmeler kadar, tadı bir güzel. Mithat Amcanın babası da, dedesi de, yedi ceddi de aynı tohumu ekip karpuz yetiştirmişler. Şimdi Mithat Amca, oğlu okusun, çiftçi olmasın istiyor? Neden, para etmiyor pazarcılık, hayat zor, okusun, büyük şehirlerde maaşlı bir işe girsin, apartman dairesinde otursun diyor. Haklı. Oğlu da gitmek istiyor; ne işim var diyor çamurun içinde, yağmurun altında. Oğlan okusun elbet; büyük işler de yapsın, para da kazansın, insan gibi de yaşasın. Fakat Mithat Amca ölünce, oğlan da devam ettirmezse çiftçiliği, atadan kalma tohum yok olup gidecek. Hepimiz de marketlerdeki çekirdeksiz, yavan karpuzlara mahkûm olacağız. Yani Mithat Amcanın oğluna karpuz yetiştirmeye devam etmesini cazip kılacak bir yaşam vaat etmeli. O zaman karpuz kalır, yoksa bir daha geri getirmek, atadan kalan lezzetli tohumu bulmak çok zor. Bu demek değil ki eskilerden ne görüldüyse aynısı hiç değişmeden devam etsin. Mithat Amca karasabanla belliyorsa tarlayı, oğlu traktörle sürsün. Mithat Amca salma sulama yapıyorsa, oğlu damla sulama yapsın; toprağı gübrelesin, verimi artırsın. Ama o tohumlara sahip çıksın. Bunun dışında bir giz olduğunu düşünmüyorum. Kalıcı olmak her alanda, insani ve evrensel değerlere sahip, insana milliyet ve din gözetmeden estetik ve fikri keyif ve yarar sağlayan ve özüne sahip çıkıp değişimi ve gelişimi taklit etmek ya da ucubeleşmek tuzaklarına düşmeden başaran varlıklar için geçerli. Kendi yazdıklarıma bakınca kalıcı olacaklarını sanmıyorum şimdilik ama bunun için çaba sarf ediyorum.
Biraz da yazma ritüelleri üzerinden gidelim. Yazmanın size göre bir zamanı var mıdır? Günü hangi saatlerinde daha rahat yazabiliyorsunuz? Mekân fark ediyor mu? Elle mi yazarsınız, klavye ile mi? Yazarken ‘uyarıcı’lara (tütün, alkol, çay, su vb.) ihtiyaç duyar mısınız? Olmazsa olmazlarınız var mıdır?
Herhangi bir ritüelim yok. Fakat trende ve otobüste yazmayı severim. Yolculuk her zaman benim yazma damarlarımdaki tıkanıklıkları açıyor. Oturduğum yer dışında başka şehirlere gittiğimde de oraların çay bahçelerinde, kafelerinde oturup bir şeyler karalamaktan hoşlanıyorum. Düzenli olarak aksak yazıyorum. Bazı dönemlerde isteyerek ya da istemeyerek yazmaktan uzak durduğum oluyor. Yazmak istediğim anda elimin altında ne varsa -kalem kâğıt ya da bilgisayar- onu kullanıyorum. Yazarken herhangi bir maddeye ihtiyaç duymuyorum. Aksine alkollüysem yazamıyorum; dinç bir zihne ihtiyaç duyuyorum. Tütün ve çay çok tüketiyorum; fakat onları günlük hayatta da çok tükettiğim için yazma süreciyle bir alakası yok.
Hayatınıza etki eden, uykularınızı kaçıran, yürüyüşünüzü değiştiren üç kitap ve üç film adı verebilir misiniz?
Fazla düşünmeden Yusuf Atılgan – Aylak Adam, Sabahattin Ali – Kürk Mantolu Madonna ve Saramago – Körlük diyebilirim. İzlediğim filmleri hatırlamak ve arasından seçmek zor ama sarsıcılık bakımından Yılmaz Güney’in Duvar’ı ve Dövüş Kulübü aklıma ilk gelenler.
Söyleşi: Olcay Özmen – edebiyathaber.net (23 Şubat 2015)