Söyleşi: Mustafa N. Celep
Özgür Özge ile Klaros Yayınları’ndan çıkan “Yeştha” kitabı etrafında konuştuk.
Merhabalar. İlkin çokça merak edilen, kitabınızın isminden başlayalım. “Yeştha” adının bir anlamı var mı? “Yeştha” ne demektir? Özel bir anlamı var mı? Okurlarımız aydınlanması için ilkin bu sorudan başlıyorum…
Yeştha, Zerdüştlüğün kutsal kitabı Zend Avesta’da yer alan bir bölümün ismi olup, bu bölümde melekler, tanrıları Ahura Mazda’ya şarkılar, şiirler ve övgüler terennüm ederler. “Yeşt” kelimesi “Yeştha”nın tekili olup her bir şiir Yeşt adı altında bulunur; Yeştha, tüm bu Yeşt’lerin yer aldığı bölümün ismidir. Ben de bu eserle, adına kitabı adadığım ve tanrıça olarak gördüğüm kişiye şiirler, şarkılar ve övgüler düzmek istedim. Kitabın, kendisine ilahi bir örnek seçmesinin okur için bir anlamı da olabilmeli ama: Eğer okuyucu Yeştha’ya mütevazı bir yer tayin etmek isterse onu, “aşkın kutsal kitap” olarak konumlandırabilir.
Yeştha’yı hangi koşullarda yazdınız? Yeştha’yla okura hangi mesajı vermek istediniz?
Keats, kardeşine yazdığı bir mektupta Byron ile kendi talihsiz yaşamını karşılaştırarak şunları söyler: O (Byron), gördüklerini ve yaşadıklarını yazıyor, oysa zor olan benim benimkisi; ben, yazdığım her şeyi önce sıfırdan yaratmak zorundayım… Yıllardır aynı eşyalar, hemen hemen aynı insanlar ve aynı yaşam ilişkileri içerisinde korkunç bir tekdüzeliği hapsolmuş durumdayım. Neredeyse “yeni” olan hiçbir şeyin tacizine uğramaksızın, sıradanlığı mutlak tahakkümü altında sıradışını yakalayabilmek, esin perisinin kanatlarını kanatan zorlu tahayyül ayinlerini gerektirebiliyor. Zaman zaman düşünüyorum: Nietzsche’yi, Leibniz ve Kant ile bir Protestan kilisesine kapatsalar, ve duymak istediğinin çok üzerinde bir sesle Wagner’in Parsifal’ini dinleselerdi, Nietzsche’yi asla tanınmayacak mıydık yoksa var olanın bir fazlasını üreterek yine aramıza mı katılırdı (zira aynı düzeyi koruması imkânsızdır; ya bir eksik ya bir fazla olmaya mecburdur)… Belki de Yeştha’yı yaratmak için sahip olduğum koşullar zorunluydu; Yeştha’nın esin perisi yalnızca sarp patikaları tırmanırken ozanını ziyaret ediyordur belki, kim bilir!
Yeştha, okura herhangi bir mesaj vermez; o, neredeyse hiçbir şeye özel olarak işaret etmez; bakan herkes için kendi anlamının üretildiği bir dünyadır o. Yeştha ile ne anlatmak istediğim sorusu yerine, onun yazarı olarak -büyük bir merakla- “hangi hakikati çaldın ondan?” diye sormak isterim okura. Alacağım cevap için bir ret ya da kabule de sahip değilim asla. 27. Yeşt’te geçen şu cümleyi ele alalım mesela: “Doğmamış her çocuk kızıl göz yaşları akıtır, bacakları arasından annelerinin.” ‘Regl’in fizyolojik işleyişinin şiire tercümesi olan bu ifade, ilk bakışta herkese açık edecektir kendini; peki, 25. Yeşt’te, çıkmaz sokağın içine kaydedilmiş o mistik sorudan kim ne anlayacaktır? Belki de ilk defa bir soru, bir cevap talep etmeksizin doğmuştur! Yalnızca, sevişen kişinin kulağına, sadece onun anlayabileceği bir söz de olabilir fısıldanan. Dilbilimsel ifadeyle gösterenin altında, bakan her gözden sonra kayan bir gösterilen!.. Bu, her eserin kaçınılmaz yazgısı olan ve ünlü bir yazarın, “yazdıklarım alıp başını gidiyor” sözünde anlatımını bulan o bilindik son için alınmış kurnazca bir önlem de değildir son olarak.
Kitabınızda trajik bir acı ve kaotik bir atmosfer sezilebiliyor. Kitabınız bağlamında konuşacak olursak, acıya, aşka, hayata ve insana Özgür Özge’nin bakışı hangi boyutlardadır?
Trajiği, acıyı, kaotiği vs. aşina olduğumuz anlamlarıyla ele alıyorsak, eserinde hiçbirinin bulunmadığını söylemek zorundayım. Ne eserlerimde ne de yaşamımda ıstıraptan yana bir yakınma işitilebilir. İyi ve kötü, acı ve mutluluk aynı uzaklıktadırlar bana. Yaşamından acıyı ve kötüyü uzaklaştırmaya çalışan, iyiyi ve mutluluğu kutsayan bayağı tinlere karşı içgüdü düzeyine yükselttiğim bir nefrete sahibim. Ölümün ve deliliğin sınırlarında beni gezintiye çıkaracak herhangi bir tesadüfe minnet duyabilirim ancak. Uzunca bir süre, soylu bir dehanın hazin bir çöküş belirtisi olarak aldığım Nietzsche’nin “amor fati” doktrinini daha derin bir düzeyde kavradığımdan beri, kahramanvari kötümserliğin kılavuzluğunda yazgıma dâhil olan her şeyi -en az Faust kadar- deneyim şölenine katarak, Nietzsche’de olduğu gibi nasıl da neşeli bir mücadele nesnesine dönüştürdüğümü fark ettim. Acılarımı madalya sayarım artık, ve canı yanmaksızın hakikat talebinde bulunana da küçümseyici bir yüz buruşmasıyla dönüp bakarım. Kaotik de acı da trajik de, acımasız bir atmosfer olarak değil de, değer yargısından yoksun bir yaşam fenomeni olarak sahnede bulunabilirler belki yalnızca…
Bu kadar dar bir mekânda aşk, insan, hayat üzerine bir şeyler söylememi isteyebilecek rahatlığı sizi tanıyan şey şairliğim midir? Peki. bu üç şeyi üst üste koyup ateşe veriyorum, bakın duman havaya ne yazmış: (Cinayete kara çalmak için) Şunu unutma! Aşk, kanı sever… Aşkı düğünlerinden kurtararak içinde saklı insan ve hayatı bulmaya çalışmayın derim. Hiç konuşmadan, yalnızca duruşuyla bize kendisiyle ilgili bir şeyler anlatan insanlar gibi, kimi cümleler de içeriksel anlamdan çok, cümlenin duruşunda sabitlenen biçimsel anlamıyla deşifre eder kendini. Dumanla yetinmiyor ve yerde kalan küllere de mi göz atmamı istiyorsunuz? Yeştha’yı açmanızı salık veririm o halde. Ateş, yeryüzü ve gökyüzü ile aynı dil üzerinden söyleşmez!
Yeştha’yı yaratırken hangi kaynaklardan beslendiniz? Yeştha’nın sizin dünyanızdaki anlamı nedir?
Dünya şiirine ve edebiyatına hâkimim. Tabii bu, kişiye biçem ve poetika özelinde belli bir ufuk sağlar sadece. Bir de, şiirin potasında eriyecek malzeme gerekli: Felsefe, bilim, din, ruhbilim, sanat ve edebiyat başta olmak üzere tarih, sosyoloji ve antropoloji gibi disiplinlerle de ilgilenmekteyim. Musil, kendi birikimi için, “benimkisi, çok yönlü bir bilgisizlik”, der. Bu durumun benim için de geçerli olduğunu söyleyecek biri çıkarsa, karşı durmam. Zira, her şeyle ilgilenenin hiçbir şeyle ilgilenmediği beylik ifadesi belli bir bağlamda gerçeğe işaret edebilir. Tabii bunlar zihinsel yanlar… Bir de, beni besleyen (‘Besleyen’ ifadesine dikkat edin! Derrida’nın Platon okumasında, Pharmakon’un hem zehir hem de deva olarak birbirini dışlayan ikili bir işleve sahip olduğunu öğrenmiştik. Beslenmek kavramı da aynı çözümlemenin ışığı altında okunabilir.) ruhsal bir boyut var: Yalnızca Yeştha değil, genel olarak beni yazmaya mahkûm eden görkemli bir aşka maruz kaldım (tanım doğrudur, zira vaka tam da budur: şair aşka, dünya da şaire maruz kalır!) Susette’den sonra Hölderlin’in, şiirde daha fazla derinleştiğini ama diğer yandan kendisinin ileriye götüren sürecini hızlandırıcısının da yine aynı neden olduğu söylenir. Beslemek nosyonunun pharmakon’daki anlamsal diyalektiğe iştirak ettiğini söylerken bunu kast ediyordum. Novalis de çarpıcı bir örnek oluşturur. Sophie von Kühn’ün kaybı ona, Geceye Övgüler’i esinletti; ama artık yazmanın zehirlenme olduğu boyuta geçmişti. Nitekim, eserden sonra kendini içten tüketmiş olarak, Gece’nin oldu… Yazgıya karşı duramam: yalnızca yazmam buyuruluyor, tüm sonuçlarıyla birlikte bunu kabul etmekle mükellefim.
Yeştha’nın benim dünyamdaki anlamı, eserin giriş sayfasından önceki sayfada yer alan “Alea Jacta Est” ifadesinde saklı. Sezar’ın, (sonunda kazanacağı) iç savaşa yürürken söylediği rivayet olunan bir söz: Zarlar atıldı… Bu eserle birlikte, kitabın adandığı kişiyle ilgisiz olmayan kendi iç savaşım için de zarların atıldığını söylemek isterim. Yeştha’nın benim dünyamda ssıl anlamı budur. Fakat “zarlar atıldı” ifadesinin eserin iç dinamiğiyle de bir ilişkisi vardır. Eser, bu cümleyle açılır, son yeşt olan 40. Yeşt’te (Maalesef ki el yazmasındaki ile dizgiden geçirilmiş hali arasında, biçimsel düzlemde, anlamı kaçıran ciddi bir fark var) ise kendi üzerine kapanır. Bireysel çaba, rastlantıyla elinden gelen her oyunu oynar ve sonunda daha aşkım bir gücün, tanrının ellerine bırakır onu. Belki de, tanrı ile karşılıklı bir zar atışıdır tüm eseri saran oyun! “Ecce” bölümü, eserin ve tüm bir rastlantının dışına çıkar. Bu bölümün eserle olan diyalektiğinden daha fazla söz açmayacağım. Kendi hakikatimi kullanarak okuyucuyu manipüle etmek istemem. Ayrıca her şeyden söz edecek olsaydık, eserin varlığını tehdit eden “bu bir pipo değildir” paradoksunu davet edebilirdik.
Son soru olarak, Yeştha’nın yazarı, Türkiyeli okurlara ve dünyaya ne mesaj vermek ister? İlk soruyu sonda sormuş olduk: Özgür Özge bize kendinden nasıl bahseder? Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Eğer gelenekten değilse, yazarı tanımak niçin ilk sırada yer alsın ki? Belki sona bırakmak daha yerindedir. Özgür Özge, yazdıktan sonra yazmak ile susmak arasında hiçbir farkın olmaması bir yana, bunların, derin bir iş birliği içerisinde olduğunu fark eden, ve yazmak ile yaşamak arasındaki derin yarığı kapatmak için kendini öldürüp bu boşluğa atmak, ve mümkünse işe yaramayan her şeyi de üzerine kapatmak isteyen biri. Ayrıca, Lacan’ı yanlış anladıysam (Lacan’ı okumak başka ne anlama gelirdi ki zaten?) şunu da kendisi için içten içe talep eden biri: “Söylüyor olmamız, duyulanın içinde söylenenin ardında kalıp unutulur.” Bu ifadeyle birlikte, yazar için dile gelmek isteyen her türlü soruyu henüz doğmadan öldürmüş sayılır.
Üslubumun ağırlığı, kendi okurlarımı kendim belirleme imkânını tanıyor bana. Estetik’te en az Baumgarten kadar cahil olmama karşın, yine de estet bir ruhu şart koşar yazılarım. Shiller’in “hayat ciddi, sanat ise neşelidir” belirlemesini tersine çevirerek huzur içinde okuyucunun rahatını bozacak bir atmosfere davet ediyorum onları. Eserlerim, tekniğin bayağılaştırdığı bir çağda, gözünü geçmiş zamanların hatıralarına dikmek zorunda kalmış olanları bu uzun yolculuklardan kurtarabilecekse, ne mutlu…
Teşekkür ederim.
Söyleşi için asıl ben teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (26 Aralık 2023)