Söyleşi: Hakan Unutmaz
Özlem Keskin, 2018 Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü Ödülü kapsamında jüri özel ödülünü almış olan dosyası Dünya Kaç Kare’yi kitaplaştırdı. Yirmi kısa öyküden oluşan bu yapıtı bir solukta bitirdiğimi söyleyebilirim. Bu beğenimden ötürü kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirmek istedim. Kendisi de beni kırmayarak sorularımı cevaplandırma inceliğinde bulundu. Keskin’le yapıtı, öykü düşünceleri, yaşamın edebiyatla ilişkileri gibi konular hakkında hoşça söyleştik.
Kitabınızı okuduğumda gözüme ilk çarpan durumla sorularıma başlamak istiyorum. Neredeyse tüm öykülerde bir “anne” hâkim. Genellikle anne/oğul ilişkileri etrafında ilerleyen öyküleri yazarken kendi hayatınızdan ne derece yararlandınız? Hem bu soru sayesinde sizi de biraz tanımış oluruz.
Dünya Kaç Kare, benim ilk kitabım. Bu kitaptaki öyküler bir rast gelişle bir araya gelmediler. Ben tam da söylediğiniz gibi olsun istemiştim öyküleri seçerken. Bunu sizden duymaktan çok mutlu oldum. Amacım ise kendi hayatıma olan borcumu ödemekti. Çünkü yolumuzun kesiştiği acılar bizim acılarımızdır. Mutluluklar da öyle… Herkesin yaşadığı hayata bir borcu vardır. Yaşam tükettiklerimizin toplamı olmamalı bence, tekrar tekrar üretilmeli.
İki oğlu olan bir anneyim. Bunun öncesinde çocukluğum var. Küçücük bir annenin ilk çocuğuyum ben. Doğduğumda on yedi yaşındaymış annem. Annem, anne olacak yaşa gelinceye dek iki kız çocuğunun ilişkisiydi bizimki. O zaman geldiğinde de en iyi dostum olmuştu. Arka arkaya çocukları oldu annemin. O süreçte benim anne modelim ninemdi. Dört oğlu vardı ninemin. Gözlerimin önünde o kadar acı çekti ki oğullarına dair. Bu acılar onun şahsi acıları değildi aslında. Ülkede dönen çark herkese bir yerinden değiyordu. Yurt dışında işçi bir oğula, düzene karşı gelip hapis yatan bir oğula, öznesi oğullar olan acılara yanmayı ilk ondan öğrendim. Oğlu ölünce bir anneye neler olacağını da…
Daha o acılar geçmeden kardeşlerim büyüdü. Annemin oğulları bulaştı ülkenin çarkına. İnsanların payları adil dağıtılmadığında bir grubun payına üst üste acılar düşüyor. Bu acıların cinsiyetle de alakası yok aslında. Ben en çok anne oğul tarafını biliyorum. İlk oğlum doğduğunda, eyvah, dedim. Ben senaryoyu biliyorum. Bir şeyler yapmalıyım. Anladım ki hiçbir annelik kendi anneliği kadar dürtmüyor insanı. Henüz bebekken oğullarım, feryada dönüştü yazdıklarım. Bir şey olmamıştı ama olması kaçınılmazdı. Hep oluyordu. Ne yazık ki ülkemde annelerin diline de kalemine de feryat bulaşıyor.
Toplumsal yaralara sıklıkla değinmişsiniz. “Mektup” adlı öyküde savaş taraflarının anneleri, “Dünya Kaç Kare” adlı öyküde ölüm orucu gibi yaralar işlenmiş mesela. Sizce edebiyat toplumsal mı olmalıdır? Olmalıysa bu toplumsallığın ölçütü nedir?
Hiçbirimiz yalnız değiliz aslında. Sürüp giden birlikteliklerimiz var. Bu dünyalı olmak, bu ülkeli olmak, herhangi bir şehirli olmak gibi… Onları yok sayarak yaşayamayız. Kapıları, pencereleri kapatmak öteki insanların var olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Parçası olmamanın mümkün olmadığı toplumu, edebiyata konu olmaktan çıkarmak imkânsız bence… Benim anneliğimden söz etmişken örnekleyeyim. Çok çocuk öldü ben çocuklarımı büyütürken. Çocuk ölülerine basa basa eve gidip çocuklarımı uğruna hiç çaba harcamadığım mutlu yarınlara mı kandırsaydım. Yazmasaydım da ne yapsaydım. Benim elimden yazmak geldi, onu yaptım.
Yazmak, yaşamış olmanın bedelini ödemek benim için. Yazını yaşamdan koparmak mümkün değil. Yazarken dışımdan konuşuyorum ben. Anlık fotoğraflar çekiyorum yaşarken. O fotoğrafları sözcüklendiriyorum öykülerimde. Olağan dışı kurgular yapmıyorum. Yaşamın bir kurgusu var zaten. O kurguyu yazıya döküyorum. Herkesin yerken, içerken, çalışırken, işsizken, severken, sevilirken, dövülürken, dövüşürken kahramanı olduğu bir öykü var. O öyküleri arıyorum. Senin farkındayım, demiş oluyorum kahramanlarıma yazdığım zaman. İhtiyaçtan yazıyorum yani…
İhtiyaç, diyorum çünkü bir amacım var. Mektup, öykümden konuşursak; uzaktaki insanların acıları çok uzak… Onlara acımasak da olur genel geçer anlayışa göre. Uzak acıları kendimizden kılabilmek için üst düzey bir insanlık bilinci gerekiyor. Bu bilinci oluşturmak için uzun bir süreç gerekli. Burada edebiyatın gücü giriyor devreye. Bir öyküyle on yıllarca alamayacağımız yolu yürüyoruz. Bu öyküde ben örümceği tanıdık kılmak istedim. Bir örümcek hikâyesi duymuştum. Bir kadın, su kovasında bir örümcek görüyor. Yarın öldürürüm, diyor. Ertesi gün, yarın öldürmeye karar veriyor. Üçüncü gün, öldürmüyor artık, alıp bir kenara koyuyor. Çünkü örümcek tanıdık olmuş. Bence benim öykümü okuyan hiçbir anne, oğlunu öldürmeye gönderirken güle oynaya göndermeyecek. Çünkü ölecek olanlar tanıdık. Ben tanıttım.
Basit bir durumdan yola çıkılarak “an” üzerine çıkarımlarla kurulmuş öyküleriniz var. İç monologlar da öyküleri destekliyor. Buradan ilerleyerek sormak gerekirse Özlem Keskin, günümüz öykücülüğünü nasıl değerlendiriyor? Okudukları, varsa etkilendikleri yazarlarımız kimlerdir?
İşte o anlar, fotoğrafını çektiğim anlar. Öncesine ve sonrasına ben de katılıyorum. O kadar içindeyim ki insanların, öyle derin bakıyorum ki fotoğrafa anlatıcı olmakla yetinemiyorum öykülerimde. Tarafsız kalamıyorum. Böyle olsun, bu doğrudur, demiyorum. Ben tarafım, benim yerim, yaşama dair görüşüm belli. Dışarıdan bakmak bana yetmez, diyorum. Yaşıyorum, yaşamdan anlar toplayıp yazıyorum. Benim yazma biçimim bu.
Çok öykü okuyorum. Çok güzel öyküler yazılıyor. Bir yazarın tüm öyküleri mükemmeldir demektense yazarların çok mükemmel öyküleri var. Bunun yanında çok bilindik, reklamlara konu olmuş bir yazar, yazamamış oluyor. Kimin yazdığındansa ne yazıldığına bakıyorum günümüz için. Kişilerin yanıltıcı olduğu bir dönemdeyiz çok üzgünüm. Kişisel ilişkileri, girdiği çıktığı ortamlar insanları şair, yazar yapabiliyor günümüzde.
Çok etkilendiğim, hayranlıkla okuduğum ustalar var. Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz, Oğuz Atay dönüp dönüp okuyorum. Mesela Türkiye edebiyatının kadın yazarlarına çok teşekkür ediyorum. Onlar kadın yazınının önünü aralamışlar ki bu gün ben de bir kadın olarak yazıyorum. Sevgi Soysal, Tezer Özlü, Leylâ Erbil, Gülten Akın, Sennur Sezer okurken gurur da duyuyorum. İyi ki yazmışlar.
Öykülerimin etkilenmesinden bahsedersek, benim de bir öykücülük biçimim olduğunu düşünüyorum kimseye benzemeyen. Okurken herkesi okuyorum, herkesle bir araya gelebiliyorum ama yazarken yalnız yazıyorum. Kendi hassasiyetlerimle, kendi gözlerimle…
“An” demişken, öykülerde şiirsellik de göze çarpıyor. Mesela “İğrenç Sensin” adlı öykü “an” redifi üzerinden ilerleyerek adeta bir şiir havası yakalamış. Edebiyattaki türlerarasılık olgusunu destekliyor musunuz? Metin türleri, birbiriyle ne kadar içli dışlı olmalıdır?
Yazmak, dünyanın en zor uğraşlarından biri… Ne yazarsan yaz çok zor. Çok sancılı. Her sancıdan bir ürün doğuyor mutlaka. Tartışılacak kısmı bu ürünlerin ne olduğu. Edebi bir tür olup olmadığı… Nasıl adlandırılacağı. Ne çok şiir var. Ülkemizde insanların yaşadıklarını paylaşmaya, tavrını göstermeye ihtiyaçlarından doğmuş ne çok şiir. Şiir değil aslında alt alta sıralanmış cümleler var. Herkes şair yurdumda… İçlerini döküp döküp bırakıyor insanlar. Bu ürünlerden dolayı bir karışıklık oluşuyor. Bahsedeceğim şey bu karışıklığın ötesinde bir iç içe geçmişlik.
Ben, yirmili yaşlarım bitene kadar kendimi şair sanıyordum. Kendimi o yaşlarda tamlamışım demek ki. Ancak o zaman fark edebildim yazdıklarımın şiir olmadığını. Yazmaya ihtiyacım vardı. Şiir yazmıştım. Taşlar bir türlü yerine oturmuyordu. Eksiğini tamamlayıp fazlasını yonttuğumda öyküler çıkmaya başladı ortaya. Kopmadı ama şiirle öykü. Koparmak mümkün değil. Devrik cümleler kurduğunda şiir olmadığı gibi kurallı cümleler kurup girişi sonuca bağladığında da öykü olmuyor. Bunun yanında öyküsüz şiir de yok bence içinden birkaç dize süzülmeyecek öykü de…
Son olarak ödül meselesine değinmek istiyorum. Bildiğim üzere kitaplaşan bu dosyanız dosya hâlindeyken ödül aldı. Edebiyat ödülleri hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyim?
Ne yazık ki ödül konusunun hep buğulu bir karanlık olduğunu düşünmüşümdür. Bu iş çizgiden çıkmış durumda ülkemizde. Çünkü ben geriye dönük ödül almış çok eser okudum. Özellikle okuyorum. Evet, bu eser bu ödülü hak etmiş, dediklerim de oldu. İyi kötü her okurun bir terazisi vardır. Ben, kendi terazimi seviyorum. Çok acı ama bu eserle bu ödül alınır mı diye şaşırdığım çok oldu. Biraz araştırdığında işin içinden başka işler çıkıyor. Arkadaş ilişkileri, birlikte oturup kalkmalar, paslaşmalar, değişik bağlantılar, ağabeylik ilişkileri. Ben bu ilişkilerden hiçbirinin çıkar amaçlı kullanılmamasından yanayım.
Bu ödül benim başvuru yaptığım ilk ödüldü. Ödüle sevgili Sennur Sezer’e olan hayranlığımdan dolayı başvurdum. Dosyam hazırdı zaten. Şartnameyi okuyunca orada olmak istedim o kadar. Kimseyle hiçbir bağlantım, hiçbir ilişkim yoktu. Sonuca ben de çok şaşırdım. Ben, bu ödülün şeffaflığının, tarafsızlığının bir kanıtıyım. Bu şekilde olduğu da oluyormuş.
Sennur Sezer adına verilen bir ödülü almaktan dolayı çok mutluyum. Bu onura layık olmak için her zaman çaba harcayacağım bu en büyük gerçek. Ama bir istisna ödüllerin geneline karşı fikrimi değiştirmeme yetmiyor tabi. Denemeden de bilemeyiz. Herkes deneyimlerini paylaşırsa daha net bir bakış açısı oluşturabiliriz.
Ödüllere güvenmiyorum, katılmam, demiyorum. Katıldığım da olacak. En azından ben kaybettiğimde, ödüllendirilen eseri görmek isterim. Belki neyi eksik bıraktığımı bulurum belki de sadece gülümserim.
edebiyathaber.net (27 Aralık 2019)