Zarfın üzerine gümüş italik harflerle yazılmış ismine bakıyordu. Hayati Gelgör. Daha zarfı açmadan insanı onurlandıran bir yanı vardı yazının. İçindeki kartı görmek için sakin bir köşe aradı bakışları. Mutfaktan karısının kendi kendine konuşur gibi ama daha çok Hayati’nin duyması için çaba gösteren sesi geliyordu.
“ Bir Allah’ın günü de, şöyle ferah ferah gezebilsem şu pazarı. Her işimiz alelacele. Aldığım şu ıspanaklara da bak, yarısı çamur. Su faturası yatır Reyhan, ütü yap Reyhan, yemek yap Reyhan… Güneşin doğması da batması da aynı vakit anasını satiiim…”
Hayati, içinde düğün davetiyesi olması muhtemel zarfın açılışını geciktiriyordu. Geciktirdikçe ismini, daha şahsına özel ve önemli konularda hayal ediyordu. Karısının sesinin erişmediği kuzeye bakan odaya giderken açtı zarfı. Tahmin ettiği gibi, bir davetiyeydi elindeki. Bu defa, içeriğini okumakta geciktirdi kendini. Garip bir umut vardı içinde. Sıkıldığı yaşamı yerle bir edecek tek bir cümle, hayata tekrardan başlatacak bir güne davet belki… bilemedi ama adını koyamadığı bu şey için, umut etmek çok hoşuna gitti. İnançsız bir ümitle aynı yaldızlı harflerle yazılı davetiyeyi okumaya başladı.
Sayın Hayati Gelgör,
Sinema 63’ün On bir Kasım Perşembe günündeki
suare vaktine iştirak etmenizden onur duyarız.
Not: Davetiyemiz tek kişiye mahsustur.
Hayati’nin terlemiş eli, parlak kâğıdın üzerinde parmak izini çıkartmıştı. Sinema 63, otuz sene önce hayatının en hızlı, en delikanlı günlerinin saklandığı, uzunca süredir kapağı aralanmayan bir kutuydu. İçinde tarifi olmayan bir heyecan hissetti. Bugün artık var olmayan sinema ve okudukları arasındaki tezat kafasını karıştırdı. Derin bir nefes çekti içine. Ayakta öylece dururken, kısa bir süre için dış seslere kapadığı kulaklarının, tekrar karısının sesiyle dolmasına izin verdi.
“ Pazar dönüşü Necla’nın kocasıyla karşılaştım. Ay ne nazik adam! Eli kolu dolu olduğu halde zaman ayırdı, sohbet ettik biraz. İş çıkışı uğramış pazara. Necla ağır taşımasın diye her hafta o gidermiş. Seni sordu. Ben de n’apsın işte emekli oldu ama hala çalışır durur dedim. Hatırladın değil mi adamı… Ay çamur içinde kökleri vallahi. Kapıdaki poşetleri getiriver Hayati… Hayati! ”
Aslında karısının her lafını duyardı Hayati ama dinlemezdi. Evliliklerinin ilk yıllarında dinlemeye gayret etmiş ama sonradan da, ucu açık ima dolu cümlelerin nereye ve kime gittiğini anlayamadığından olacak vazgeçmişti. Artık daha lakırdının başındayken, sonunun nereye gideceğini tahmin edebiliyordu. Orta kısımları, yani şikâyetlerin artıp, kendisinin başkalarıyla mukayese edildiği kısımları es geçiyor dinlemiyordu. Çok sesli bir orkestranın her sesini çıkaran aletiydi karısı. Yürürken, terliklerini şaklata şaklata giderdi Reyhan. Nemli topukları terliğin yüzeyine önce yapışır sonra şaklardı. Bu ses Hayati’yi çileden çıkarıyor, yatakta dahi, ayaklarını özgürce çarşafın üzerinde gezdirmesine engel oluyordu. Reyhan’ın nemli, soğuk, şaklayan ayaklarına her geçen gün tahammül etmek zorlaşıyordu. Terlik sesi daha yakından duyulduğunda, elindeki davetiyeyi pantolonunun içine tıkıştırdı.
“ Duymuyor musun ayol, iki saattir laf anlatıyorum mutfakta?”
“ Bana mı anlatıyordun?”
“ Yok, pazardaki adama anlatıyordum.”
“ Ha iyi, ben de ondan kulak vermedim zaten.”
Reyhan omuzlarını aşağılara salar gibi koyuverdi. Hayati o zaman karısının konuşurken kendini ne derece kastığının farkına varıyordu. İçinden bir ses taarruza geçecek gibi oldu, sustu. O sırada aklından hangi günde olduklarına dair bir sorgulama geçiyordu. Karısı da bir süre bezgin, sözsüz bakışlar attıktan sonra mutfaktaki işine geri döndü.
Semt pazarı bugün kurulduğuna göre günlerden Perşembeydi ve ayın on biri de bugüne isabet ediyordu. Hemen saatine baktı. Sekize yaklaşıyordu, yani sadece bir saati kalmıştı. Evden çıkmak için acele etmeliydi. Minibüse binse, bu saatte dur kalk çok vakit alırdı. Yürürdü, evet yürürdü. Yarım saate bilemedin kırk beş dakikaya kalmaz orada olurdu. Sinema 63’ten geriye sadece adı kalmış, artık İstanbul’un binlerce durağından biri olarak anılıyordu. Bu gerçek, Hayati’ye, odanın içinde ne yöne gideceğini bilmeyen adımlar attırırken, karısının mutfaktan sesi duyuldu yine. “Mantı yoğurduna sarımsak katayım mı?” diye soruyordu. Mantıyı yiyecek zamanı yoktu ki, “Bildiğin gibi yap işte!” diye bağırdı o da. Yan odaya ceketini almaya giderken, davetiyedeki yer ve zaman bilgisine emin olmak için bir kez daha baktı. Evet, tarih bugüne, yer 63 Sineması’na işaret ediyordu. Eski sinemanın yani şimdiki durağın olduğu karmaşık dükkân kalabalığını getirdi gözünün önüne, kafası hepten karıştı.
Mantıyı yemeden evden çıkmak için, makul sebepleri bir araya getirmeye çalışsa da başaramadı. Aklı mazeret bulmaktan ziyade, artık yerinde olmayan 63 Sineması’ndaydı. Sokak kapısını yavaşça çekti ardından. Merdivenleri usul adımlarla indi. Ağır demir kapıyı aralarken, sarımsak havanının tokmağı apartmanı dövüyordu.
Dışarıdaki yağmurun, varlığını belli etmekten çekinir bir hali vardı. Şehrin tüm ahmakları dışarıda diye geçirdi içinden Hayati, güldü. Karanlık, nem ve bacalardan gelen isli yemek kokularını peşine takarak inmişti şehrin üzerine. Düşünceleri, zarfı açmadan önceki beklentileri gibiydi, inançsız ama umut dolu. Adımları ise, yağan yağmurun temposunu almıştı, ağır aksak. Durağa yaklaştıkça kendini hiç olmadığı kadar özgür hissediyordu. Arkasından rahatlıkla “ ‘çıktı ve bir daha da geri dönmedi’ cümlesini kurabilirlerdi. Yüzünü kocaman bir gülümseme kapladı. Islanmış gözlüklerinin arasından, uzaklardaki bir kalabalığın karaltısını fark etti. Işıklar altındaki hareketlilik, 63 durağının olduğu yere isabet ediyordu. Bir an, önemsiz bir mağazanın açılış davetiyesine sahip olduğu fikrine kapıldı. Hayal kırıklığı, beyninden ayaklarına yuvarlanan bir taş gibi onu aşağıya çekse de merakı hissettiklerinin önüne geçti. Daha bir kararlılıkla yürüdü kalabalığa. Hem ne olup bittiğini anlar hem de çarşıdaki tatlıcıdan bir kilo baklava alıp eve öyle dönerim diye düşündü. Böylece, Reyhan’ın da sorgu sual etmesine gerek kalmazdı.
Açılışı yapılan mağaza, bildik beyaz eşya markalarından birinin bayisiydi. Hayati kapının önünde, düğüne gelir gibi giyinmiş insanların arasında bir süre bekledi. Elinde davetiyesini tutuyordu. Yeni yetme garsonlar, taşıdıkları tepsilerde sunulan içi geçmiş kanepeleri ve sulandırılmış meyve kokteyllerini etrafa kakalamaya çalışıyordu. Hayati bir iki adım geriye çekilerek, açılıştan dolayı daha bir ışıklandırılmış binaya tüm dikkatini vererek baktı. Etrafta 63 yılında yapılan sinemadan eser yoktu. Yerine, her şeyin satıldığı irili ufaklı, estetikten yoksun dükkânlar kurulmuştu.
Gerçekte ne için umutlandığını bilmiyordu Hayati, bir anlık sihirli bir hayalin peşine takılıp bir mucize yaşamak istemişti. Adımlarını tam tatlıcıya yönlendirdiği sırada gördü onu. İki dükkân aralığındaki, karanlık bir koridorun önünde 8–10 yaşlarında bir çocuk, kendisine anlamlı bir gülümseme yollayarak, kaybolmuştu. Merakı bu sefer düşüncelerinin önüne geçti. Çocuğun kaybolduğu loş boşluğa attı kendini. Elleri, soğuk ve pütürüklü duvarlarda ortalığı aydınlatacak bir düğme arıyordu. El yordamı, ayak kararı ilerledi karanlık koridorda. Sonra, bastığı zeminin yumuşadığını hissettiği anda, etraf aniden aydınlanıverdi. Kırmızı yumuşak bir halının üzerinde buldu kendini Hayati. Hemen dönüp ardına baktı. Karanlık koridor yok olmuş, yerine sinemanın boydan boya cam kaplı muhteşem girişi almıştı. Sağ tarafında, vitrininde göz alıcı hediyeliklerin sergilendiği mağazayı fark etti. Vivic, eski mahalledeki Cemile Hanımın oğlunun mağazasıydı. Vitrine yaklaştı. Ev şekli verilmiş termometreyi hemen tanıdı. Kapısından, soğuk havalarda şemsiyeli adam, sıcak havalarda da askılı entarili bir kadın çıkardı. Hayati’nin çocukluk dönemlerinin bakmaya doyamadığı eşyasıydı bu. İçine, bir sonra göreceklerinin iştah kabartan coşkusu yayılıyordu, aç gözlükle bakmaya devam etti etrafına. Çok geçmeden, Kafe 63’ü getirdi aklına. Ne göreceğinden emin bakışlarla baktı sol yanına. Renkli şekerlemeleri ve davetkâr pastalarıyla tam karşısında duruyordu pastane. İşte tam o vakit duydu, filmin başlamasına az kaldı diyen ding-dongların, eskiden olduğu gibi yine uzaklardan erişen sesini. Elindeki davetiyeyi gişenin küçük camından, içerideki kıza verdi. Kız ezbere düşmüş hareketlerle, önündeki büyük koçandan bileti, küçük koçandan da sıra numarasını çekerek koparttı. Sonra da iki kâğıdı birbirine zımbalayıp, delikten geri uzattı. Nihayet bileti kesilmişti Hayati’nin.
Salona inen merdivenlere gelmeden önce, gösterimdeki filme ait afişe ve siyah beyaz resimlere göz attı. Başrollerde Marilyn Monroe ve Jane Russell oynuyordu. Otuz yıl önce yine bu sinemada seyretmişti aynı filmi. Hem de defalarca. Aklına getirdiği şeyler, elinde olmadan yüzünün ve kulaklarının yanarak kızarmasına neden oldu. Gentlemen Prefer Blondes. Erkekler Sarışınları Sever. Kendi de bir zamanlar sarışın bir kızı delicesine sevmişti ve onunla ilk kez bu filmde sarılıp, sonraki matinelerde doyasıya öpüşmüştü. Merdivenlerden inerken aynı şehvetli duygular sinmişti üzerine. Bakışları, tam karşısında duran dev flotal aynaya ilişince, yüzündeki çapkın ifadeyle yakaladı kendini. Sonra gözlükleri olmayan yüzünü, perçemleri düşmüş alnını fark etti. Aptal bir gülümseyiş donarak yapışmıştı suratına. Ellerini sinekkaydı tıraşının ve gergin elmacık kemiklerinin yüzeyinde gezdirdi. Üzerinde evden çıkarkenkinin aksine, askılı gri bir pantolon ve yirmili yaşlarının cefakâr ceketi vardı. Arka cebinden kemik tarağını çıkararak perçemini geriye taradı. Briyantininin bildik kokusunu içine çekmek için soluklanırken, aynadaki gençlik sureti birden bire kayboldu. Üzerinde evden çıkarkenki ceketi, gözünde gözlükleri, seyrelmiş beyaz saçlarıyla, tanıdık görüntüsünü selamladı. Kapıdaki teşrifatçı, bileti alıp yarısını koparttıktan sonra, hemen önünde duran ahşap sandığa atıp, elindeki fenerle oturacağı koltuğu aydınlattı. Giriş artık serbestti.
Üçüncü gong sesinden sonra film başlarken kalabalığın uğultusu, son birkaç cümle ve kahkahayı ardında bırakarak kayboldu. Pembe perde açılırken Hayati, makinistin odasına dönüp baktı. Gölgesini gördüğü makinist Necati Bey olabilir miydi? Her şey mükemmele yakın gelişiyordu ya da Hayati öyle algılıyordu. Omuzlarını, ahşap koltuğa memnuniyetle yasladı. Perdede Marilyn Monroe ve Jane Russell kırmızı tuvaletleriyle dans edip şarkı söylüyordu. Sahnenin tüm ihtişamı beyaz perdenin dışına taşıyordu. Müzik kulakları dolduruyor, dansın adımları yürekleri hoplatıyordu. Hayati en son ne zaman benzer bir coşkuyu yaşadığını hatırlayamadı. Yine aynı sinemada aynı müzikler eşliğinde, Süheyla’nın dudaklarının tadına baktığı zaman olabilir miydi o an. Keyfi doruk noktasına taşınmıştı. Tam da kendinden umudu keserken aşkı meşki bir anda yeniden içinde bulmak, tarif edilmez bir histi. Gözünün önüne Reyhan’ın sarımsak ezerken ki son görüntüsü geldi. Zor çıkardı kendini hayalinin içinden. Yanındaki boş koltuğa baktı. Oysa ne çok isterdi Süheyla’nın yanında olmasını. Onun o yumuşak, kemiksizmiş gibi duran ellerini ellerinde hissetmeyi.
Bildik tüm duygulardan farklıydı her şey. Kadınlar… Pembe tuvaletleriyle uçuşan kadınlar, yirmi bir yaşının anaforunda uçuşan kadınlar ve Marilyn’in topuklarıyla ezdiği erkek komplimanları, dudak büzüşüyle soluk kesen gece rüyaları, elleriyle ruhunu bedeninden ayırıp parçalara böldüğü zaman araları ve saçları… Güneş saçları… Sahneler aynı ışıltılı parlaklıkla birinden diğerine geçiyordu. Yaşam yıllar sonra güzel gözüktü gözüne. Hiçbir şeyin, hiç kimsenin ezemeyeceği kadar güçlü hissetti kendini. Yanındaki boş koltuk, oyuncuların oradan oraya koşarak figürler sergilediği, ruhunu da içine alan bir sahnede, Hayati’nin elleriyle dizine tempo tuttuğu sırada dolmuştu. Önemsemeden baktı sağ yanına. İki nakarat arasında, elleri havada öylece kalakaldı. Platin saçlı bir kadın, yarı aralık dudakları, bol rimelli kirpikleriyle kendisine gülümsüyordu. Hemen etrafı kolaçan etti. Herkes sakin ve umursamazdı. Önce “Süheyla” ismi çıkıverdi ağzından kadın sevimli başını iki yana salladı “Bilemedin Marilyn” dedi.
“ Tabii ya Marilyn. İyi ama nasıl olur? Yani siz?”
“ Perdenin dışına çıkmam mı şaşırttı seni?”
“ Yok aslında… Evet galiba…”
“ Bunu hep yaparız, rol aldığımız sahne bazen yer değiştirir.”
“ Ha evet anlıyorum ama karışık biraz.”
Marilyn dekoltesini Hayati’nin omzuna yaklaştırarak, kollarını boynuna doladı. Gözlerinin üzerinde nemli bir bulut vardı.
“ Hey rahatla biraz ahbap, hayatı yeniden sevebilmen için buradayım.”
Hayati gideceği bir yer olmadığından sırtını iyice koltuğuna yaslamıştı. “Hayatı yeniden sevmek?”
“ Ah evet, ilk gelen önce senin gibi garipsiyor ama sonra sen de en az etrafındakiler kadar kayıtsız kalacaksın.”
“ Yani… aslında… ben buraya nasıl geldim onu anlayamadım.”
“ Anlama zaten. Mantığını soksaydın içeride olamazdın. Burada sadece hislerini takip edenlere bilet kesiliyor ve sadece bileti olanlar sinema durağında kısa bir süre durabiliyor.”
“ Duruyor muyum ben şimdi?”
“ Tabii ki duruyorsun, seninle birlikte her şey duruyor. Perde dışında. Yaşamını tekrar gözden geçirmen ve arada özleyip hayalini kurduğun şeyleri yeniden değerlendirmen için duruyorsun. Çok mu özledin Süheyla’yı?”
“ Yok aslında pek aklıma gelmez ama buraya gelip seni görünce, öyle şey ettim aniden.”
“ Ya Reyhan, onunla nasılsın?”
“ Fena, çok sıkıldım. Konuşacak bir lafımız kalmamış gibi.”
“ Hımm olur böyle zamanlar benim de Robert’le olmuştu?
“ Kim?”
“ Boş ver… Her suare, geçmişini tekrar yaşamak isteyen insanlarla dolar burası. Bak şuradaki teyzeyi görüyor musun? Hayriye Nine, tam kırk sene olmuş kocası öleli. Humphrey Bogart’a benzermiş rahmetli. Kadın kırk senedir bizimkinin filmlerini seyrede seyrede kocasını o zanneder olmuş.”
“ E yanındaki adam kim o zaman, baksana başını da omzuna yaslamış.”
“ Kim olacak, Humphrey. Gösterimdeki kendi filmi değilse, kadının yanına gider oturur, elini falan tutar işte… Süheyla diyorduk, n’oldu ona?”
“ Kayserili zengin bir tüccarla evlendi.”
“ E pek de ölmüyormuş senin için yani…”
“ Herhalde…”
“ Reyhan güzel mi?”
“ Güzeldi ama bakmıyor artık kendine.”
Marilyn kendini geri çekerek, baştan aşağıya süzdü Hayati’yi. “Senin de pek baktığın söylenemez değil mi Hayati?”
Hayati evden çıkmadan önce dişini fırçalamadığı için şimdi hayıflanıyordu. Ya bir de sarımsaklı mantıyı yiyip de gelseydi. Lafın nereye gideceğini bu sefer pek hissedememişti. Tedirginlikle kımıldandı koltuğunda, sahneye baktı. Yeni bir dans sahnesine hazırlanıyorlardı.
“ Senin de sahnen geldi galiba, git istersen.”
“ Yok daha değil, Jane şimdi cambaz oğlanlarla dans edip, fingirdeyecek. Tam bu sahnede arkadaki Turgut Amca “Allah” diye bağırır. Sonra oğlanlar Jane’le birlikte havuza atlarlar falan…”
“ Hep aynı film oynanıyor gibi konuşuyorsun?”
“ Haaayır, sen istediğin daha doğrusu karından ve hayatından sıkıldığın için bu film suare.”
“ Ne yani eve gidince artık, sıkılmayacak mıyım?”
Marilyn Hayati’nin yanağına bir öpücük bir de makas kondurdu.” Bilmem, istemezsen sıkılmazsın. Önce kendini eğlendirmeyi öğrenmen, kendin için yaşaman lazım.”
“ Olmaz öyle şey, Reyhan iyice bunaltır beni.”
“ Reyhan, asıl sen kendini böyle sıkmaya devam edersen öldürecek seni. Seviyor musun onu?”
Hayati bir an için ne diyeceğini bilemedi. “ Bilmem uzun zamandır düşünmedim.”
“ Çünkü karının hep sinir olduğun taraflarına takılmışsın.”
“ Şaklayan ayaklarını da mı biliyorsun?”
“ O ne be?”
“ Yok bir şey, öylesine çıktı ağzımdan.”
“ Neyse konuyu dağıtma, bir daha ki görüşmemize kadar bana Reyhan’da sevdiğin ama artık alıştığın için üzerinde durmadığın şeyleri yaz.”
“ Nasıl yani?”
“ Ay ne bileyim, mesela yüzüne daha dikkatli bak, hani ilk çıktığınız zamanlardaki gibi. Gülümsemesi, gözleri, dudakları. Farz et ilk defa öpeceksin.”
“ Zırva… Hepsi zırva bunların.”
Marilyn kızmıştı, ilk defa kaşlarını çatıyordu. “ Sen hem sıkıcı hem inatçısın Hayati, aynı Robert gibi.”
“ Kim?”
“ Boş ver… Sıram geldi. Bir daha görüşüp görüşmeyeceğimiz, senin hayallerine ve mutlu olmana bağlı. Unutma liste yapacaksın. Bir de ıspanağı birlikte ayıklayın ya da ne bileyim o ayıklarken sen de mutfakta bulmaca çöz.”
Hayati koltukların arasından endamlı yürüyüşüyle sahneye giden Marilyn’in ardından baktı. Arka sıralardan “Allah” diye bağıran bir adamın sesi duyuldu. . Marilyn hayatında kimseye vermediği kadar akıl vermişti. İçinde evinde ve kanepesinde olmak için müthiş bir arzu vardı. Filmin sonunu bekleyemedi. İnsanları rahatsız etmemeye çalışarak çıktı salondan. Flotal aynada görünen aksine baktı tekrar. Altmış model Hayati vardı karşısında.
Yukarıda Vivic’e ve Kafe 63’e son bir göz gezdirdi. Kırmızı ışıklı bir tünelden geçer gibi çıktı sokağa. Tatlıcıya kadar durmadan yürüdü. Sonra kepengini indirmek üzere olan bir terlikçiden karısına içi peluş kaplı yumuşak bir terlik aldı. Yağmur dinmişti. Yürüme temposunu, sinemanın kapısından çıkarken diline doladığı, ritimli bir parçadan aldı.
Apartmanın ağır demir kapısını araladığında Reyhan’ın sarımsağı döven havanının sesi duyuluyordu. Koşar adımlarla çıktı evine. Kapıyı açtı. Tatlı kutusunu masanın üzerine bıraktı. Reyhan televizyonda oynayan bir klibe eşlik ediyordu. Dans ederken emprime elbisesinden taşan kalçaları deniz suyu gibi dalgalanıyordu. Hayati de severdi bu şarkıyı o da mırıldandı kendince. Mutfak rafından yemek tabaklarını çıkarırken, karısının yanağından bir makas aldı. Hoşuna gitti bu Reyhan’ın, kıkırdadı. Sonra çarşıdan aldığı peluş terlikleri getirdi, giydirdi karısının ayaklarına.
Özlem Kiper (edebiyathaber.net – Kasım 2011)