Abartısız, gözlerimi kapayıp Baragan’ın Dikenleri’nin giriş satırlarını ezbere okuyabilirim:
“Eylül girince, Tuna boyu Eflâk’ın geniş çorak kırları, bir ay için bin yıllık hayatını yaşamaya koyulur.
Bu, tam Aya Pantelymon günü başlar. O gün, bizim ‘muskal’ veya ‘krivatz’ adını verdiğimiz Moskof rüzgârı, alabildiğine uzayan mesafeleri buzlu nefesiyle yalar, fakat toprak henüz bir fırın gibi yanmakta olduğundan, burada Muskal’ın biraz burnu kırılır. Ama gene de, birkaç günden beri düşünceli bir hal almış olan leylek, sırtını sertçe okşayan rüzgâra kızıl gözlerini kaldırır, hemencecik daha insaflı iklimlere doğru havalanır, çünkü o Moskofluyu hiç sevmez.”
Barangan’a adım attıran bu satırların sonu gelmez. Bir yolculuğa çıkarsınız Panait Istrati’yle. Çağıran, sarmalayan bir yolculuktur onunkisi. Yaşama gezgini, duygu ebabili kesilirsiniz her adımda. Öyle ki, sizi getirip bir kıyıya bırakır; oradan da kendi Baragan’ınızın keşfine çıkarsınız.
Ara ara döner okurum yazdıklarını, beni çocukluk ve ilkgençlik yıllarımda okuru kılan Istrati, önüme tutku dolu bir evren çıkarmıştı. Her bir yapıtını okuyuşta bambaşka bir duygu atlasıyla karşılaşıyordum. Sizi gitmeye, bir yerleri görmeye, hissetmeye çağırıyordu. Bunu ilkten yaratan da, sanırım, her yapıtının ilk cümlesiydi.
Bazılarına göz atalım isterseniz:
“Kendini obur Tuna’nın koynuna attığı yere varmadan az önce, Seret Deresi’nin yatağı, İbrail’le Kalas arasında bereketli bir ova olur.” (Minka Abla)
“Nisan’ın başlangıcında bir akşam karanlık basarken, İbrail’den beş kilometre kadar ötede olan Baldovinesti köyü İsa’nın dirilişi yortusunun ilk gününü kutluyordu.” (Angel Dayı)
“Adrian, İbrail’de, Meryem Ana kilisesinden parka giden aynı isimdeki kısa caddeyi, dalgın bir tavırla geçti.” (Kira Kiralina)
“Köstence, Romanya’nın küçük bir İstanbul’udur.” (Perlmutter Ailesi)
“Bundan çok zaman önce İskenderiye’de birkaç güneşli kış geçerdim.” (Sokak Kızı)
“1904 yılının bir nisan akşamı, tren, Adrian’ı Bükreş’te bıraktı.” (İşçi Bulma Kurumu)
“O zengin konağındaki geniş mutfağın bir köşesinde, alçak bir aralıksız iskemle üstünde tostoparlak olmuş, genç Adrian hiç kımıldamıyor ve göğsünün içinde geçen bir şeye kulak verir gibi görünüyordu.” (Uşak)
“Dimi dayı ile çoluk çocuğunun hayatı özgürlük perdesi altında bir çeşit kölelikti.” (Kodin)
Onun bu her açılış cümlesi o çağrısının ilk fısıltısıdır aslında.
Istrati anlatısını bu denli sarmalayıcı kılan, okurunu derinden etkileyen neydi?
O, çok erken yaşlardaki okumalarımda gelip dünyama katılmasını anlaşılırlığı, yalınlığına veremem yalnızca.
Beni besleyen bir yazar olmasında başlıca şu yatar kanımca: Farklı dünyalara çıkardığı yolculuklar, insana/hayata dair anlattığı öyküler yaşamımdan izler taşıdığı için, o “Adrian Zograffi”nin başından geçenlerin anlatımı, bir yazarlık durumu/tutumunu göstermesi açısından da etkileyiciydi. Onu da, hemence, Jack London’ın, Steinbeck’in, Hemingway’in yanına yerleştirmiştim. Kim bilir, belki de Istrati beni onlara götürmüştü. Evet evet, öyleydi de. Istarti’den yola çıkıp varmıştım onlara…
İlk anlatısı Kira Kiralina’ya yazdığı önyazıda dile getirdiği şu düşüncelerinin de altını çizmişimdir o yıllarda:
“Adrian Zograffi, şimdilik şarkı seven bir delikanlıdan ibarettir. O, Sorbonne’u istediği yerde bulan bir otodidakttır. Yaşar, hayal kurar, birçok şeyler ister. Daha sonraları, birçok şeylerin insanlar ve Yaradan tarafından fena yapılmış olduğunu söylemeye cüret edecektir.”
Hemen altına da şu notumu düşmüşüm: Yazmak cüret etmektir, bir şeyleri göze almaktır. Kendi hikâyeni başkalarının hikâyelerine katarak anlat, Istrati bunu yapıyor.
16. yaş, Istrati’yi keşfetmek için benzersiz bir çağ.
Varlık Yayınları, Yaşar Nabi çevirileriyle adeta özdeşleşen bir Panait Istrati. Dört liralık “Büyük Eserler Kitaplığı” Istrati anlatılarını taşımıştı kitaplığımıza.
Monique Jutrin’in “Panait Istrati” biyografisi ise bizi bir adım daha yazarımıza yaklaştırıyordu.
Romain Rolland onu keşfetmiştir. Aralarındaki yazışmalar onun yazı yolunun önünü açmış, yazarlığı tek uğraş edinmesine cesaret vermiştir. Öyle ki, Kira Kiralina’nın elyazmalarını okuyan Rolland, şunları yazacaktır ona:
“ Dostum, size yazmak için daha fazla bekleyemem, geceyarısı Kira Kiralina’yı okuduktan sonra…Size hemen söylemem gerek: müthiş bir şey bu! Günümüz edebiyatında bu çapta bir eser daha yok (…) Fakat, ulu Tanrım! Bu güç, bu tutkunluk, bu yaşama hırsı! Bu artık bizim çağımızın, Batı’nın malı olan şeyler değil.”
Aldığı bu mektup onu iyice yüreklendirmiştir:
“Sağrıma yediğim bu kamçıyla-aynı zamanda dostum Georges Ionesco’nun bana cömertçe verdiği yulaf sayesinde gayretle tırısa kalktım. Adrien Zograffi ‘nin öyküleri üçümüzün eseridir. Kendi başıma kalsaydım ben, duvar boyacılığından başka bir şey yapamazdım.”
Sokak Kızı’nın, yıllar sonra, yeni bir çevirisini (Nerantzula, Çev.: Faruk Örsöz, Helikopter Yay.,) kitapçı rafında görünce uzanıp aldım, dönüp bir de defter… Gidip oturdum bir kahveye, Istratili günlerime yolculuğa çıktım. Ama, önce şu ilk satırları defterime kaydettim:
“Mısır’ın İskenderiye’sinde güneşli birkaç kış geçirdim , epey oluyor. O günlerden aklıma takılan anıları pek gönül açıcı olmasa da yaşamımızın felaket kazanını deviren, yüreğimizi sevinçle dolduran anlar yaşadım orada; o eşsiz anların büyüsüne kapılmamak, anımsadıkça kendimden geçmemek elimde değil.”
İyi yazarlar öyledir, okudukça yazma duygusunu da taşırlar size. Onlarla yolculuğunuz bir ömür boyu sürer. Zamansız ve mekânsızdırlar.
Yazının/okumanın yersiz yurtsuzluğunu da onlardan öğrenirsiniz.
Dönün Panait Istrati’ye, bu sözümü yabana atmayın. Siz de birilerine onu keşfetmeyi önerin. Zamansızlık burcunda kendi yazarınızı keşfetmenin sırrını da taşıyacaktır size Istrati.
Ve şu cümlesini siz de yazın açtığınız yeni bir deftere:
“Yaşamak için gerekli çoğu şeyden kendimi yoksun bırakıyordum, tek, çevreyi dolduran aydınlığı, baş döndüren gökyüzünü ve kanatlanan Akdeniz’i gözlerim doyasıya görsün diye.”
Sonra da devam edin; hem okumaya hem de yazmaya…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (24 Şubat 2015)