Önce yattığı koltukta topaç gibi yuvarlandı, sonra kuyruğunu yakalayabilmek için birkaç takla attı. Taklalar arasında halıya sırtüstü devrilip sanki asıl amacı kuyruğunu yakalamak değil de yere atlamakmış gibi, istifini hiç bozmadan dört ayağının üzerinde doğruldu ve olağanüstü bir kayıtsızlıkla tüylerini düzeltti.
Ne çok seviyorum keratayı. Geçen hafta hastalandı. Aklım çıktı bir şey olacak diye. Gece her uyandığımda yanına gidip nefes alıyor mu diye baktım. Benim bu halim ne olacak hiç bilmiyorum. Hani hep derdin ya “Hayat kısa, ne gerek var bu kadar düşünmene. Ölümlü dünya,” diye. Bu sözün aklımdan hiç çıkmıyor. Çıkmıyor ama ben hâlâ aynı benim. Vazgeçemiyorum ki dert edinmekten. Gittim çocuğun bütün tahlillerini yaptırdım. Gittim dediysem lafın gelişi. Ayşe’den rica ettim veterinere götürmesini. O da sağ olsun, kırmadı beni. Götürdü birkaç kez. Son gidişinde veteriner, “Artık gelmene gerek yok, üşütmüş sadece. Toparlar yakında,” demiş ama pek güvenemedim ben. Başka bir veterinere daha götürmesini istedim. Çok şükür şimdi iyi. Oysa emindim öleceğinden çünkü ölüm bu kadar kolay. Bir an varsın, sonra bir bakıyorsun yoksun. Öldüğünde fark edebiliyor musun yok olduğunu bilmiyorum ama geride kalanlar fark ediyor işte. Mesela Sokrates o gün ölmüş olsaydı -Allah geçinden versin- o bunu belki de bilmeyecekti ama ben onsuz bir hayatın içinde debelenip duracaktım. Bir ihtimal bulutları bile sevemeyecektim artık çünkü bana hep onun pofuduk tüylerini hatırlatacaklardı. Halbuki şimdi çok seviyorum. Böyle bembeyaz olduklarında deniz de dupduru bir maviye dönüyor. Ucu bucağı yok. İşte o zaman hayallere dalıyorum. Geçmişle hayal iç içe geçiyor. En çok da böyle anlarda hissediyorum yaşadığımı. Yoksa evden çıkmadan ömür geçer mi? Geçiyor.
Sen de severdin bulutları bembeyaz olduklarında. Yağmurlarla, gri bulutlarla filan pek işin yoktu. Gerçi hayat hep gri derdin. “Hiçbir şey siyah ya da beyaz değil.” Belki hayat çok gri olduğu için bulutların gri olmasını sevmiyordun bilmiyorum. Ben de sevmiyorum. Biraz kibirli buluyorum onları. Burunları havada, sanki tüm evrene hükmedecekmiş gibi karanlık bir tarafları var. Güneşin parlaklığını engelleyen maço tavırlar, diğer bulutları birbirine kırdırmalar, yüklerini taşıyamayacak hale getirip ağlatmalar filan. Geçenlerde bir yağmur yağdı. Aman allahım. Sanırsın kovayla boca ediyorlar suyu. Göz gözü görmüyor, o kadar şiddetli. Sokrates de o gün hasta oldu. Dışarı çıkmıştı avlanmaya, hava da günlük güneşlik. Sonra bir anda fırtına çıktı, serseri bulutlar dizildiler tepeye. Saniyesinde de yağmur bastırdı. Eve gelene kadar sırılsıklam oldu yavrucak. Çatı da aktı biraz, yaptıramadım daha. Sızdırdığı yere bir kova koyuyorum yağmur başlayınca, onun içine şıpşıp damlıyor.
Az önce dışarı çıktı yine. Çok özeniyorum ona. Böyle kafasına estikçe çıkıyor, gezip geliyor. Dünya yansa umurunda olmaz, yeter ki biri mamasını versin. Bazen saklıyorum mama kabını. Yüzüme bakışını görmen lazım, resmen kaşları çatılıyor. Birazdan poposunu sallaya sallaya gelir. Tabii önce biraz kum eşeler, benim arazimde işiniz ne deyip evin önündeki diğer kedileri kovalar. Şerif edasıyla siteyi turlar öyle döner. Ama dönmedi. Kaç saattir bekliyorum camda. Her tıkırtıya kulak kabartıyorum. Hiç böyle yapmazdı. Ya bir köpek kovaladıysa onu ve köpekten kaçarken yolunu kaybettiyse? Ya bir arabanın altında kaldıysa? Düşündükçe delirecek gibi oluyorum. Bu bulutlar da geldi yine külhanbeyi gibi. Umarım yağmur başlamaz yoksa sokaklarda ıslanıp hasta olur yeniden. Tasmasını da evde düşürmüş, sahipsiz zannedip alırsa biri ne yaparım ben. Dışarı çıkıp arayabilsem, sokaklarda dolaşıp ismini haykırabilsem gelir belki ama çıkamıyorum ki! Biliyorsun işte o günden beri evden dışarı adım atamıyorum. En fazla balkona çıkıp seslenebilirim. En iyisi öyle yapayım, belki sesimden tanır beni. O da ölmemiştir di mi? Keşke arada cevap versen de kendi kendime konuşup durmasam. Bu fotoğrafı da kaldıracağım zaten buradan.
edebiyathaber.net (2 Mayıs 2023)