Kendini Görmek
Bahçeye, çam ağaçlarına bakan pencerenin önüne yeni bir masa yerleştirince için açıldı. Birkaç kitap, kalemler, defter, not kağıtları…
Tek bir okuma ve buna dair yazma masası. Kendimi yalın/saydam bir masada daha iyi görüyorum… üstelik küçük bir masa.
Azdaki çokluğu öğreniyorum.
Sözcükler…Sözcükler…
Deneysel metinler yazmak için sözcükler seçiyorum. Rastgele okumalarımdan. Gazete haber/yazıları da buna dahil. Ne yazacağımı bilmeden. Onları bir araya getirince, çakıştıracağım. Yani bir seyre çıkıp çağrıştırdıkları üzerine kuracağım bir metin.Nasıl olur, demiyorum.
Yazınca ortaya çıkacak, yalnızca bunu söyleyebilirim.
Sözcüklerdir konularınızı doğurup biçim veren.
Kesişim
Edebiyatı yanına sinema ve fotoğrafı yerleştiriyorum hemen. Bunların kesişim yanları olduğunu düşünüyorum. Resmi bunların yanına koymak gerek.
Duyarlılık
“Duyarlılık zekânın humusudur.” (Susan Sontag) Bunun üzerine ne söylenebilir ki başka.
Değersizleştirilen Her Şey
Paul Auster, “Görünmeyen” romanında (*) bireyi, varoluşunun anlamını sorguluyor. Bunu da, roman kahramanı Adam Walker’ın anlatımında, onun yaşamı ekseninde oluşagelenlerle yansıtır.
Yaşanan zamanla anılan/geçmiş zamanın aralığından bakar yaşanmışlıklara, olayları, insanlık durumlarına Auster.
Bir yanıyla iki çağ/dönem arasında akıp geçen hayatın izlerine döner, diğer yanıyla da insanın/bireyin yaşadıkça neleri nasıl değersizleştirdiğini gösterir.
Kuşkusuz bunda yaşanan dönemin gerçekliğinin de payı vardır. Neye/nasıl yaşadığınızın anlamını o ortamın belirlediğini göz ardı etmeden, bireyin duygusal/düşünsel gelişiminde bunların nasıl etken olduğunu da göstermeye çalışır.
Bireyin kendi içduyumu yolculuğunda çıktığı arayış, bir zaman sonra da yaşadığı toplumdaki çapraşıklıklar, çelişkiler ağındaki yüzleşmelerle başka arayışlara yöneltir onu.
Auster’ın romanına o kıyılardan bakınca, günümüz insanının da ne çok şeyi, görerek ya da görmeyerek, değersizleştirip yaşadığını gözlüyorsunuz ister istemez.
Neredeyse, değersizleştirme, çağımızın bir yaşam felsefesine dönüşüyor.
İnsanın yaşama hakkının elinden alınmasına gerek kalmadan soluksuzlaştırılıyor.
Değerleri olmayan bir toplumun çöküşüne tarihin her dönemi tanıktır.
Hele hele bunu var eden insanın kendi benliğini bir ur gibi sarmasına kapı aralaması, yani değersizleştirmeyi bir yaşama biçimine dönüştürmesi acı ötesi bir durum.
Romancının gördüğü, görüp algılayarak dile getirmek istediğinin arka planında bu vardır. Oradan okuruna ayna tutar; döne önce kendine bak, sonra da yaşadığın ortama/topluma…Ama önce kendinde başla görmeye ve değişmeye…
Değersizleştirme günbegün hayatımızın sarmalına dönüşüyor. Kendince zihin kalıpları çizmeye, duvarlar örmeye yöneltiyor bizi. Çağın getirdiği yabancılaşmanın örtülerinin birer aldanış perdeleri olduğunu görmeden, dokunmayı/görmeyi/sevip hissetmeyi bilmeden debelenerek yaşıyoruz. Öyle ki, bu yaşadığımızın da farkına varmıyoruz.
Her şey bir sürüklenişe dönüşüyor.
Her şey, gülün avuçta dönmesi gibi ufalanıyor…
Paul Auster, insanın insanı nasıl ufaladığını kendi kıyısından bakıyor. Kendi kültürel ortamından, değer yargılarının ikliminden…Sonuçta anlattığı insandır, insanın öyküsüdür. Tuttuğu aynada bizdekilere bakıyoruz ister istemez; bizde yaşananlara, içimiz ve dışımızdakileri…
Yapılan çığırtkanlıklara, sözün nasıl kirletildiğine, değerlerin nasıl altüst edilmeye çalışıldığına, cinayetlerin masumlaştırıldığına, ruhun sinikliğine, bedenin sızısına, her baş kaldırırın suça dönüştürüldüğüne, kulakların nasıl sağırlaştırıldığına, gözlere nasıl mil çekildiğine bakıyoruz bu değersizleştirme ortamında.
İçimizdeki başkaldırı, iyilik sevinci, bağlanma isteği bir anda değersizleştirme duvarlarına çarpıyor.
Henry Miller da, 1930’larda Fransa’da yaşarken, o ortama sürüklenişindeki tanıklığında değersizleştirmenin insan ruhunu nasıl dönüştürdüğünü anlatır yapıtlarında. Bir denemesinde de, Péguy’nün şu sözlerine yer verir:
“Modern dünya değersizleştiriyor. Devleti değersizleştiriyor; insanı değersizleştiriyor. Sevgiyi değersizleştiriyor; kadını değersizleştiriyor. Irkı değersizleştiriyor, çocuğu değersizleştiriyor. Ulusu değersizleştiriyor; aileyi değersizleştiriyor. Kendi kendini bile değersizleştiriyor (hep kendi koyduğumuz sınırlar), kendi içinde, kendi dokusunda değersizleşmeyi asla beceremeyen özgün bir soyluluğu barındıran, dünyada değersizleşmesi belki de en zor olanı, ölümü değersizleştirmeyi başarıyor.”
Evet, sevgili okurum; Paul Auster’ın romanının okurken, çağımız insanının giderek yaşam felsefesini oluşturan “değersizleştirme”nin içimizdeki/dışımızdaki yansılarına baktım bir süre…İnsan ruhunun kirlenmesi asıl buradan başlıyor diye de düşündüm…
______
(*) Paul Auster, Görünmeyen, Çev.: Seçkin Selvi, 2010, Can Yay., 237 s.
edebiyathaber.net (12 Ekim 2021)