Bugündeki Geçmiş
Geçmişe ancak yazarak dönüyorum, özlem değil, bir tespit; belki de yola çıkış için başlama noktası.
Cinsellik
İyi bir partnerle bunun nasıl olabileceğini, nasıl yaşanabileceğini görüp öğrenebiliyorsunuz ancak. Ötesi bir avuntu. Oysa asıl yaşanması gereken ruhsal uyumla bedenin keşfine yönelerek bunu anlamlıca yaşamak. Bu, iki insanı birbirine daha da sevilir kılıyor.
Yazınca
Kolayca yazmanın bir yolu okumaktır diyorum. Duygusal anlamda da yaşanan acı. Üçüncü bir yol var, biliyorum. Denedim, ama hemence vazgeçtim. Bağımlı değil, bağlı olarak yazmak istiyorum çünkü. Yazınca bunu daha iyi görebildim.
Zaman Dönüştürür
Bakışları değiştiren bir yolculuktur yaşadığımız her an. Zamanın taşıyıcı olan yanına yüzümü döndüğümüzde bunu anlamak mümkün.
Gelin görün ki, taşkın bir zamandan geçiyoruz. İletişimsel teknoloji yığınsal bir güce dönüşerek hayatlarımızı tehdit eder boyutta. Gündelik yaşantımızın her alanında zamanın akışını kolaylaştırdığını sanırken, ruhumuzu da nasıl erittiğinin farkında olamıyoruz.
Akışkanlık…Bir zaman sonra sürüleşme hali…Her şeye kolayca erişip tüketmek. Anlam dönüşmesini bakmadan, hatta bir çaba göstermeden elde edilenlerin kayıp gitmesi…
Yaşanan zamanla gösterilen zaman arasındaki ayrımın kotlarını belirleyen o güç, sibernetik bir dünyanın çağrısına ulaştırıyor bazen bizi.
Hiçleşme halinden sığınış haline dönüşme…Kafka’nın masumiyet çağındaki böceğe dönüşmenin nasıl bir sanrı sonucunda ortaya çıktığını bilmek artık yabansı değil! kimi kez aranan, özlenen bir sanrı gibi…Ya da bizim Zebercet’in ufalanan dünyasındaki duran zamanın ritmine takılıp kalmak…
Yusuf Atılgan, aylaklıkla sıkışıp kalmışlık arasındaki ince çizgiyi geçen zamanın içinde gösterir bize. Uğultular içinde bir dünyanın sanrısına bakarız oradan. Sürüklenilen durumla yaşanan anın ne olduğunu gözleriz bir bir.
Yazı öyledir; gösterir, akışkan durumun her ânı bölünerek çıkar karşımıza. Hele yazının ucuyla taşranın ağır akan zamanına bakarsanız bunu anlatmak daha derinleşir, yoğunlaşır…Teknolojiyle gelen hız orada durur, bekler orada müdahale edeceği alan arar kendine.
Toplumun bugünkü altüst oluşunda taşranın o değerler birikiminin çözülmesinin de payı var. Dahası, sürüklenin bir toplum sürekli kavuşma özleminde; paraya, yere, yükselişe, yeni olan her şeye…
Kopuş ve Sürükleniş…
Kendine ait olanı unutarak yol almak…Zamansızlık burcu yaratmak bir bakıma. Silmek geçmişi, iyi olan zamanların ne anlama geldiğini unutmak…Yeni arzularla kuşanmak, yeni bakışlara tutunmak…
Kuşkusuz değişim kaçınılmaz; ama birbirine benzeyerek, benzeşip dönüşerek, bir bakıma aynışarak yol almak…Evet evet prototipleşen bir hayatın kuklasına dönüşmekten söz ediyorum…
İmlediğim o taşkın zamanın bize sunduğu da çoğunlukla bu.
Marcel Proust’un getirip yazıya yerleştirdiği, bize bir bilinç olarak sunduğu “geçen zamanın izinde” kavramı; hayata tutunma yordamından başka nedir ki? Şu yanını da göz ardı etmeden bakmalıyız ona; yüzümüzü döndüğümüz her geçen zamanın izi aidiyetimizdir, bize bizi anlatan renkler, kokular, sesler ve yaşam görgüsü kılgısıdır aynı zamanda.
Bir de, onda gördüğüm, okuyarak kavuştuğumuz zamanın bizim asıl zamanız olduğu…
Yeni yüz yılın ilk onunu sonlama burcuna girdiğimiz şu günlerde okuyarak geçen zamanı ele geçirebileceğimizi düşündüm nedense!
Onun “Okuma Üzerine” metnine döndüm, yılın ilk günlerinin ilk saatlerinde Proust’u okuyarak sizi düşündüm sevgili okurum.
Şöyle yazıyordu Proust:
“Bize yaşanmamış gibi gelen çocukluk yıllarımızda, çok sevdiğimiz bir kitapla geçirdiğimiz günler kadar dolu dolu yaşanmış başka bir zaman belki yoktur. Başkalarına göre bu çocukluk günlerini dolduran, bizimse, kutsal bir zevki kabaca engelliyor diye uzaklaştırdığımız her şey: kitabın en ilginç bölümüyken oyun oynayalım diye bizi aramaya gelen bir arkadaş; gözlerimizi sayfadan ayırmak ya da yerimizi değiştirmek zorunda bırakan rahatsız edici güneş ışığı ya da arı; tadına bakalım diye getirilen yiyecekler –ki, dokunmadan, yanımızda, sıranın üzerinde bırakmışken tepemizde, mavi gökyüzünde güneşin ışıkları zayıflar, akşam yemeği için içeri girmemiz gerekir, oysa bizim aklımız fikrimiz yemeğin hemen ardından çıkıp kitabın yarım kalan bölümünü bitirmektedir-; kitap okurken sadece uygunsuz bir şey olarak algıladığımız bütün şeyler, tersine öylesine tatlı ( o dönemde bu denli bir aşkla okuduğumuz kitaptan çok daha değerli olduğunu şimdi anladığımız) bir hatırayı içimize işliyordur ki, bugün bile geçmiş zamanın bu kitaplarını karıştırmak aklımıza gelirse, bu kitapları, geçmiş günlerden kalan tek takvim olarak ve artık var olmayan evlerin ve gölcüklerin, sayfalarına yansıdığını görme umuduyla karıştırırız.” (*)
_______
(*) Marcel Proust, “Okuma Üzerine”, Çev.: Işık Ergüden, 2007, Notos Kitap, 71 s.
edebiyathaber.net (5 Ekim 2021)