Tanınmak, neredeyse günün modasına dönüştü. Ad ve ün üstüne geliştirilen söylemler bugün, daha çok, yazılı ve görsel medyanın malzemesi olma gerçeğinden kaynaklanıyor.
Görünmek, durmak eylemleri yetiyor bir yerde adınızdan söz edilmeye. Yaşadığımız toplumda salgına dönüşen, ‘televole’ zihniyeti, ister istemez ‘öteki’ni göstermekle bir ‘iş’ yaptığını varsayarak; ad ve ün üstüne bir takım şeyleri ‘bildirmek’le kendini görevlendirecektir.
Okumayan, düşünmeyen bir toplumda yazarın işi daha bir zor olmakla birlikte; bu cephede gösterilen, öne çıkarılan konumunun hiç de iç açıcı olduğunu söyleyemeyiz.
Ortaya koyduğu bir ürün/yapıt bugün edebiyat ortamının değil, medyanın ilgi odağı kılınıyor. Yayıncısı, yazarı buna dünden hazır duruma geldi ne yazık ki.
Elbette ki yazarın derdi okunmaktır. Yazdığı bir kitabın, iyi-kötü, okurla buluşmasıdır. Gerçek okuru gözardı ederek; okumayan bakan, ancak öne çıkarılıp gösterilene ilgi duyan bir kesime sesleneceğim diyerek yapmaya soyunanlara, sözümüz yok. Bunları yazar, yaratıcı yazar/sanatçı diye de görmüyorum zaten. Olsa olsa ‘yazıcı’dırlar.
Yazarın okunmak, okutmak derdi olabilir de; çok satarlık derdinin olabileceğini sanmıyorum! Üstelik ülkemizde ‘gerçek okur’ oranı bilinirken. Yani, iyi edebiyatın okur dolaşım sayısı beş-on bini geçmez.
Siz, bu sayıyı birden bire yüz-yüz elli bine çıkararak ‘gerçek okur’u yarattık, ya da ‘iyi edebiyatı bekleyen okura ulaştık’ diyorsanız; bu bir aldanıştır!
Tanınmak iyi edebiyatın, okunuyor olmanın ölçütü değildir. İnsanlar, böylesi durumlarda, salt o kişi üzerine çok söz edildiği, gazetecilerin televizyoncuların magazin dergilerinin (ondan çok) onu tanıttığı için ilgi duyup alabiliyorlar bir kitabı.
Camus, 1950’lerde yazmıştı: “edebiyat dünyasında isim yapmak için artık kitap yazmak şart değil.” Gerçi henüz burada değiliz. Ama ileride bunun da olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Yani bir gazetede veya televizyonda ‘ne yazıyor’, ‘yazacak’, ‘yazdı’ haberleriyle yaptığı, neyi/nasıl/niçin yazdığı kimseyi fazla ilgilendirmiyor. Yapılanı ulaşmak veya ondan söz edebilmek yeterli.
Gerçek okur sorgulayan, anlamaya çalışan, yorum yapandır. Gideceği kıyıları, buluşacağı yazarları bilir. İzler onu… Bir başkasına gereksinmesi yoktur onun, o yazarı bulup tanıyabilmesi için. Hatta o denli tanınmak/tanıtmak yazarı okurundan da uzaklaştırır. Sunî okurun tanınan bir metası olmaktansa; gizli/gerçek okurun yazarı olmak daha yeğdir, sanırım!
Tanınmak, nasıl ki okunmak için bir ölçü değilse; gerçek okura ulaşmak için de tanınmış olmak bazen bir engeldir.
Okumaktan Kaçındığımız Kitaplar
Düşündüm de, hep yanı başımda olan, ama okumaktan kaçındığım ne çok kitap var.
Elias Canetti’nin bir değinisini okurken, bunun nedeninin ne olabileceğini düşünedurdum.
Canetti şöyle diyordu:
“Kitaplar vardır, yirmi yıl yanınızda taşımış, okuyamamışsınızdır; hep el altında bulundurmuş, kentten kente, ülkeden ülkeye sizinle alıp götürmüş, pek fazla yer olmasa da özenle sarıp sarmalayarak bavulunuza koymuşsunuzdur. Bavuldan çıkarıp alırken yapraklarını belki karıştırırsınız şöyle, ama bir tek satırını bile baştan sona okumaktan dikkatle sakınırsınız.” (*)
İşte o sakınma duygusu, bir zaman sonra gelip kapınızı çalar; kitap ‘artık okunmak istiyorum,’ der.. O ân zaman durur sizin için. Her bir satıra gömülerek, benzersiz yeni bir yolculuğa çıkarsınız.
Bu türden kitapları kendimize hem yakın, hem de uzak tutmamızın bir nedeni de olmalı!
Geçenlerde elimden düşürmeden bir solukta okuyadurduğum Görülmeyen Adam (Ralph Ellison) romanının sayfalarını çevirirken, çalışma odamın raflarından beni gözetleyen, henüz okunmamış kitapları dizi dizi duran yazarları düşündüm.
Neden uzanıp onlardan herhangi birini alıp okumuyordum da; ne olduğunu pek bilmediğim, sonlayınca da bende iz bırakıp bırakamayacağını kestiremediğim altı yüz sayfalık bir kitabı yeğliyordum?
Okuma zamanı diye bir şeyin olduğuna inanırım. Bunu hazırlayan salt insanın okuma isteği değildir. İçinde bulunduğu ortam, duygu tonu, düşünsel durum, yaşadığı atmosfer, iklim vb.. Tüm bunlardır ondaki okuma zamanını hazırlayıp belirleyen.
Sabah uyanmışsınızdır, kahvaltınızı yapıp gazetelere de göz atmışsınızdır. Günün en demli yerindesinizdir belki de; ‘hadi Tolstoy’un Savaş ve Barış’ın, ya da Şolohov’un Durgun Don’unu, Sartre’ın Bulantı’sını okuyayım demeniz yetmez bu kitaplardan birini okumaya başlamanıza..
İşte asıl belirleyicilik bu noktada başlıyor. Burada da karşımıza okuma ânını yakalamak çıkıyor.
El altı kitaplarından birine gönlünüz gitmesi ya da o gezdirip durduğunuz kitaplardan birinin gelip okuma ânınızı belirlemesi şaşırtıcı gelmemeli.
Okumaktan kaçındığımız kitaplar üzerine cesaretle gitme zamanını yakalamak, önümüzde duran engeli aşabilmek için seçerek okumanın labirentlerinde gezinmenin çıkış yolunu da bulmamız gerekir, kanımca. Bunun da okuya okuya gerçekleşebileceğini söylemek isterim.
_____
(*) Elias Canetti, Marakeş’te Sesler, Çev.: Kamuran Şipal, 1990, Cem Yay., 215 s.
edebiyathaber.net (12 Nisan 2022)