“Eğer yol bulsa idik ayrılığa,
Ayrılığın tadını tattırırdık ayrılığa.”
İbn Arabî
Ölüm böyle bir şey mi yoksa, dedin bir başınayken. Hayır, orada değildin; hani şu sözler vardır ya şarkılarda dizim dizim: yaşarken ölmek, yaşadım mı öldüm mü… gibisinden.
Orada olan/duranla yolculuğumuz… Farkına varamadığımız, ama gün gün yaklaştığımız; veya olagelen herhangi bir durumda kendini bize bir biçimde hatırlatan, gösteren…
Hatırlıyorum, babamın yoğun bakım günlerinde kardeşlerimle dönüşümlü nöbet ânlarımızda bana gelen zamanlarda yanıbaşındayken açtığım bir deftere sürekli metinler yazıyordum.
Belleğimdeydi elbette Simone de Beauvoir ile Marguerite Duras’nın anlatıları: “Sessiz Ölüm”, “Ölüm Hastalığı”…
Ölüme ilk kez bu denli yakın duruştu benimkisi. Yazdığım defterin alınlığına düştüğüm epigrafların önündeki yazıyı hatırlıyorum: “SON NEFES”.
Haziran/Ağustos 2010.
Deftere yazmaya başladığım, noktayı koyduğum tarih. Defterin son sayfasına ulaşmıştım, son cümlemi yazıyordum ki.. “son nefes” gelmişti.
Orada, az ötemde olan ve duran bir şeydi. Ve ben o kadar yakınındayken ondan söz ediyordum yazdıklarımda. Söylense, inanılmazdı! Ne gidilecek yerdi ne de dönülecek yuva. Kapkaranlık bir is, belki bulut ya da nefesti görülemeyen.
O gün bugündür o defterin sayfalarını açmadım. Yazı masamın yanıbaşındaki defterler dolabında o günlerde okuduğum kitaplarla bir arada durur.
Kaybetmenin acısını o günün karanlık örtüsünden sıyrılınca anlamıştım. Tam da o dönemeçte, Emmanuel Lévinas’ın “Ölüm ve Zaman”ını okumaya yönelmiştim. Kayıpla birlikte gelen karanlığı aşmak gibi bir duygu sarmalındaydım. Ama bunu birine açmak ve paylaşmak yerine yazmayı ve okumayı seçmiştim.
“Son Nefes” defterime yazılanları merak eden kardeşim Taner kaç kez okumak istediyse de, elim varmamıştı deftere gitmeye, ona okutmaya…
Bazen bir adım öteniz okyanustan daha uzak durur size. Bunu da sevdiğinizin kaybında daha iyi anlarsınız.
Şimdi nedensiz değil benim kalemimin ucuna dokunmam.
Bir tufan nasıl yaşanır oradayım. Soğuran ne var ona bakıyorum. Yitirilen ne onu hissediyorum derinden…
Evimin her bir yerindeki nesnelerin renklerinin neden böyle solgunlaştığına, güne kendini veren bir bakışın uzak duruşuyla yavaşça gelen ölümün nasıl yaşandığına asıl şimdi tanık oluyordum.
“YAVAŞ ÖLÜM”…
Ağır ağır gelen, farkettirmeden sesinizi kısıp nefesinizi tüketen. İnat eden, kaygılar güttüren, yalanlar üreten, hezeyanlar yaşatan, ölümcül kılan her bir şey bunu hazırlıyormuş meğer!
Şunu diyordu bir yerde Lévinas; “Yok olma olarak ölüm ora(da) olmayı belirler.” İşte, biz, orada olanı varoluşumuzun bir parçası bilsek de, zaman zaman bundan dolayı kaygılansak da; hayatın dalgın zamanlarında kayboluruz sürüklenerek. Bir kayıp yaşadığınızda geçmişin ağırlığıyla geleceğin kaygısı alır size içine.
Hele bir yola girdiğini söyleyenin uğruna kendi patikanızı ona yöneltmişseniz ve yerli yersiz “gaybet” hallerine düşerek önünüze gölgeler düşürüyorsa; kırk günlük çilenin arınma yolunu göremiyor bilemiyorsa neylersiniz?!
Rüyandaki derviş şunu hatırlatmıştı sana:
-Git ona de ki; insan tek bir varlıktır, insan kendi nefsiyle kendini görür. Sonra, duygu dilini dinlemeyen, ithata göstermeyen varlığın sitemlerine yüz verme, ardına bakmadan kendi olma yoluna git.
Can ılgınında açan bir çiçeğin rengine kokusuna bakamama hali… Ve dönüp dönüp yüzünüzü soğuk suyla yıkarken, ses etmeden yürümek…Karı avuçlamak, buzu kırıp yemek nafile! Yanardağın lâvına vermek gözlerinizi, mil çekmek ya da…
İşte o dönemeçte kaosu gördüm, acıya tutundum, inanmaya inandım, gecesini gündüze döndürmek için eşiğinde bekledim. Yalan yağmurlarından kaçtım, ışığına bağlandım. Bildim ki sözün nafileliği yoktur, dünya kurulurken de vardı, tufan gelirken de olacaktı.
Bir sergerde bakışla gönlünü sınadı, yağmalanan ömrünü çekti aldı; fısıldadın ona: “Güneş olan tutulur, ay olan kararır, yıldız olan söner.” (İbn Arabî)
Oysa o, sözün yabanına gitti. Can kutbunu soldurdu, himmet çadırlarında durdu baktı; ne vardığı çölde, ne geçtiği ırmakta adı vardı. Hatırlamıştın o bilgenin sana fısıldadığı bir başka sözü: “Mabudunu tasavvur ettiğin şeylerle özdeşleştirme.”
Şimdi, nerede o hatırlanan ışıklı bahçeler; ve sözler… tutanarak yol aldıklarımız:
Oraya gitme demedim mi sana
Seni yalnız ben tanırım demedim mi
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim
Bir gün kızsan bana
Alsan başını
Yüz bin yıllık yola gitsen
Dönüp kavuşacağın yer benim demedim mi
Demedim mi şu görünene razı olma
Demedim mi sana yaraşır otağı kuran benim asıl
Onu süsleyen bezeyen benim demedim mi
Ben bir denizim demedim mi
Sen bir balıksın demedim mi
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın
Senin duru denizin benim demedim mi
Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi
Demedim mi senin uçmanı sağlayan benim
Senin kolun kanadın benim demedim mi
Demedim mi yolunu vururlar senin
Demedim soğuturlar seni
Oysa senin ateşin benim
Sıcaklığın benim demedim mi
Türlü şeyler derler sana demedim mi
Kötü huylar edinirsin demedim mi
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi
Yani beni kaybedersin demedim mi
Söyle bunları sana hep demedim mi
Mevlâna/A.Kadir
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (28 Eylül 2021)