“Ölü Ozanlar Derneği” filmini ara ara hatırlarım. Beni bu filme döndüren birçok neden var. Edebiyat öğretmenlerimle Welton Akademi’deki edebiyat öğretmeni John Keating’i karşılaştırırım zaman zaman. Bugün öyle öğretmenler var mıdır? Bundan kuşkuluyum! Ama o filmi izleyen bütün öğretmenlerin Keating karakterinden çok şey öğrendiklerine eminim.
Öğretmenlik biraz da böyle bir şeydir; özgür düşünceli bireyler yetiştirebilmek için sıradışı olmak kaçınılmaz! Hele hele geleneksel bir eğitim öğretim modelinin egemen olduğu bir okulda farklı bir yöntem izliyorsanız, etkisi ve sonuçları da sıradışıdır. Film, biraz da bunu anlatır bizlere. Dahası ayna tutar. Her izlendiğinde şunu da sordurur aslında: peki böyle bir eğitim mümkün mü? İyi edebiyat öğretmenleri ile bunun pekala olabileceğine inanırım.
John Keating’in sözleri etkilidir, dersi verme/anlatma biçimi de. İlk sözü şudur onlara: “Yaşadığınız günü kavrayın çocuklar, hayatınızı sıradışı yapın. Önce şiirle buluşturur onları. Kendi seslerini bulma, kendi olma yolculuklarını nasıl kotarabileceklerini anlatır sürekli. Bir bakıma yatılı okula gönderilen bu gençlerin kalıpları kırmaları için edebiyatla cesaret verir onlara…
Edebiyatı bir eğitim modelinden çıkarırsanız, bunu verebilecek donanımlı insanları öğretmen olarak yetiştiremezseniz, bugün gelip eğitimde dershaneler sorununa saplanırsınız.
Düşünce mi, Ezber mi?
Kısa bir dönem, dil eğitimi veren bir dershanenin yöneticiliğini yaptım, dil eğitimi programlarını hazırladım.
Dershanelerdeki eğitimin veriliş biçimleri, katılımcıların beklentileri/konumlarına dair birçok gözlemim oldu.
Lise ve üniversitelerde verdiğim derslerde ise eğitimde reformun asıl nereden başlaması gerektiğine dair kesin yargılarım oluştu. Bunların başında, eğitenleri eğitmek gelmektedir.
Bugün tartışılan sorunun temelinde eğer eğitimin ve öğretimin yetersizliği yatıyorsa; başlama noktasında şu soruları sormalıyız ilkten: öğretmen yetiştirme politikamız nedir? Bu yeterli midir? Nasıl bir yöntem uygulamalı, model geliştirmeliyiz? Çözüm nedir; üniversiteye girebilecek insan yetiştirmek mi, yoksa eğitilmiş/meslek bilgisine erişmiş donanımlı insan yetiştirmek mi?
Görüyorsunuz, “eğitim” dendi mi soruların ucu sonu alınmıyor.
Bugünkü dershane tartışması tüm bunların bir sonucudur. Bizlere de şunu göstermektedir ki; eğitimde yetersiziz. Model üretmek yerine suni çözümlerin/pansumanların derdindeyiz. Üstelik, eğitim günlük siyasetin malzemesine dönüşmüş durumda. Ulusal eğitim politikası diye bir şey yok. Çünkü bu ülkenin ne bir Eğitim, Bilim, Tarih, Kültür akademisi vardır ne de bunları destekleyecek özerk üniversite politikası. Bir okul yönetir gibi üniversite yönetmek, güdümlü kurumlar yaratmak ancak Ortaçağ zihniyetiyle gerçekleşebilecek bir olgu. Bu anlamda Türkiye karanlık bir dönemi yaşamaktadır. Eğitim yap-boz tahtasına dönüşmüştür.
Bugün 109 devlet, 69 vakıf üniversitesi var. üniversite sayısının artması dershanelerin de büyük bir sektöre dönüşmesine kapı aralamıştır. Eğitime destek amaçlı dershanelerin varlığı aslında eğitimin ve sınav sisteminin aksaklıklarını/yanlışlıklarını, hatta yetersizliklerini göstermektedir bizlere. Üstelik üniversiteler arasında giderek beliren eğitim kalite farkı da bunun bir göstergesi.
Sınav sorularına endeksli bir eğitim dershanelere talebi arttırmaktadır.
Açıkça gözlenen şu ki; ülkemizin temel eğitiminde çözümlenemeyen sorunları var. Yani, önce üniversite öncesi eğitiminde reform gerekmektedir.
Evet, mesleki eğitimi bir “memleket meselesi” olarak görmekse bu reformun bir parçasıdır.
“Ölü Ozanlar Derneği”ni yeniden izlerken aralık 1979’da Andırın’da, Akifiye Ortaokulu’nda başladığım kısa süren öğretmenliğimde yaşadıklarımı da hatırladım bir ânda. John Keatingler hep olacak, onları yıldırmaya çalışanlar da…Bu öykü de ayrı bir yazı konusu sevgili okurum…
Ânı Yakalamak
Yüz yüze gelme ân’ının tespitidir fotoğraf.
Oradaki dışavurumun ne anlama geldiğini baktıkça kavrarız.. Bu da, bize, kavrayıcı bilinç getirmektedir..
Görme biçimlerinin fotoğrafa yansısı, bunların ağdığı yanılsama; saklı olanı açığa çıkarma eylemselliğini içerir.
Dural görünen o yanılsama durumları parçalanmışlığın getirdiği anlamla bakışımızı yorumsayıcı kılar. Belki de fotoğrafın en temel yanı da budur: yorumsama..
Karşımızda tek gibi görünenin kendi içindeki parçalanışını görme aşamalarını gerçekleştirir. Yani katmansaldır fotoğraf.
Resimle ayrışan yanı da budur.
O parçadan bütüne gidebilirsiniz. Orada zaman/mekân/uzamsal boyutları görmeniz olası.
Fotoğrafta ele geçirilen zaman hayata, insan gerçekliğinin derişik durumlarına dairdir.
Fotoğrafın getirdiği tanıklığın bir başka boyutu yüzün anlamına yansır.
Dural görünende ikili bir bakış vardır. Objektifin arkasındaki gözün alılmama açısı; objektifin alanına giren yüzün anlamı.. Bakış/duruş karşılamasıyla yeni bir gözdür ortaya çıkan.
Oradaki ikili durumda, bakan gözün çevrelediği görüntü ikinci/üçüncü aşamalarda yeniden yeniden biçim alır. Filmin banyosu, aranizörden süzülen ışıklarla kartta baskıya dönüşmesi, kimyasal ilaçlarla oluşan kart banyo süreci. Buradaki hüner, ortaya çıkacak fotoğrafın derinliklerini belirler.
Fotoğrafçı yalnız değildir.
Onun gerçeği, fotoğrafın gerçeğine katılır, biçimler.
Yakalama noktası: enstantane.
Fotoğrafın dönüşümünü sağlayan buradan yansıyan açılımdır.
Fotoğrafçının görme gücü (gözü) çoğullaştırıcıdır.
Bunun bir araya getirme özelliği anlamı kurdurur bize.
Fotoğrafta gördüğümüz, bakıp bağlandığımız veya saklı tutma gereğini duyduğumuz şey: ân’ın tespiti, oraya yansıyan gerçekliğin dilini anlamaktır aslında.
Burada duygusal bir bağ vardır. Başka/öteki’ni görmek, bağlanmak. Bir yanıyla da çağrı olarak alabiliriz fotoğrafı.. Başlayan bitmeyen bir sürecin anlatımını her bakışta yorumlayabilmek için, albümlerden çıkarıp duvarlara taşımalıyız artık.
edebiyathaber.net (23 Kasım 2021)