“Sözcüklerin bilinci”ni düşünüyorum…bizi yakan, yakalayan zamanlardaki anlamını…
Karanlık bir sokaktan geçiyor gibi hissediyorum kendimi… Oysa bahar güneşi var her sokak başında. Gürül gürül akıyor hayat…
Yanıbaşımdaki masada oturan gençlerin konuşmaları çalınıyor kulağıma. Başka bir zamanın dilini söz diye aralarında kuruyorlar.
“Hiçleşmenin sınırına geldik,” diyorum içimden…
Sokaklarda insanlar…yürüyorlar seslerini yükselterek. İçe çekilen bir zaman ise aramızdaki sözü hissizleştiriyor…sözü yaban kılıyor, yaşadığı yeri anlamayan bir duyarsızlıkla sözü umursamıyor…
Değişiyor, hayır hayır dönüşüyor ülkem…
Dil yurtsuzlaştırılıyor, bayraklar çılgın bir tüketimin ulusal rengi olarak göklere ağıyor…Hiçleşen bir kalabalığın arasından geçerken, Zamyatin’in “İnsan Avcısı” öyküsünün ilk satırlarını hatırlıyordum:
“Yaşamdaki en güzel şey sanrıdır, en güzel şey sanrıdır da aşktır. Aşk gibi, sabaha özgü, bulanık ve duman içindeki Londra sanrılıyordu. Pembemsi bir beyazlığa bürünmüş olan Londra gözleri kapalı yüzer gibi süzülerek gidiyordu –nereye gittiği önemli değildi.”
Sanrılanan bir ülke, sürüklenen hiçlik…Ve sözün gelip dayandığı yer.
Bana yazmanın da artık bir anlam taşımadığını söylüyordu.
Yakalanıp tutuklanan, kazınan, belleklerdeki varlığından korkulan sözün neden bu duruma getirildiğini görmek için, sokağın hiçleşen haline dönüp bakmanızı öneririm sevgili okurum.
Ve size, Canetti’nin şu sözlerini bir kez daha okumak isterim:
“Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılamaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”
Bugün, yaşadığımız o dünyanın getirildiği durumun bir parçası olan ülkemizin gerçeğinde sözün yakalanması, tutuklanması, belleklerden kazınmak istemesi de bu yöndeki sanrımızı, ağrımızı daha da artırmaktadır.
Dilerim, “söz tükendi”nin kıyısına gelmeyiz.
Bakışsızlık İklimi
“Uzak anılar, gençlik dilekleri, çocukluk düşleri, uzun bir
ömrün kısa sevinçleri ve boş umutları, güneş battıktan
sonra beliren akşam sisleri gibi kül rengi giysileriyle
karşımda uzanıyorlar .”
Novalis/Çev.: Melahat Togar
Václav Havel ile yapılan uzun bir söyleşiyi içeren “Uzaktan Soruşturma”yı (*) okuyorum şu günlerde.
Bir yazarın dünyasına yolculuk sizi, kimi kez, bir ülkenin de tarihine döndürür. Havel’in anlattığı öyküde yalnızca kendi serüveni yer almaz; ailesinin kuşaklararası tarihiyle ülkesinin dünü ve bugünü de var. Ve elbette ki onun tiyatro serüveni, Çek tiyatrosunun yakın dönemine tanıklık, ülkesinin siyasal/toplumsal yaşamının geçirdiği evreler…
Bütün o yaşanmışlıklar duru aklın bilincinden ve zamanın eleğinden geçirilerek anlatılıyor.
Burjuva bir ailenin o konuma nasıl geldiği; bir yanda kendi zamanını yaratırken ötede de ülkenin yeni döneminin biçimlenmesine nasıl katkıda bulunduğu dillendirilir bir bakıma.
Kökene doğru bir yolculuk…Ailenin ve ülkenin uzak/yakın zamanlarına bakış…Yazan, düşünen birinin kaçınılmaz kunt yolculuğudur bu…Her ân, her zaman yeni bir izin ardına düşürdüğü gibi onu; düşlerle sarmalanan kendi zamanlarının da neleri içerdiği konusunda düşünmeye, hatta yer yer sorgulamaya yöneltendir.
Bunu da ancak uzaklaştıklarımız/uzak kaldıklarımızla aramızdaki hatırlama işaretlerinden yola çıkarak yapabiliriz diye düşünürüm.
Yakın duruş, iç içelik asla o tür bir bakışı, hatırlamayı, hatta sorgulamayı getirmez.
Kendi payıma uzaklaştığım her şey kendi zamanımın belleğidir. Yaşadığım zamanlara iz düşüren, biçim verenler hatırlanan zamanın öznesi olarak gelip bende anlamını bulur; kimi kez de yazdıklarıma uç verir.
O geçmişe, yaşanan ve uzaklaşılan zamana bakarak kendimizi tanıyabiliriz. Bu da salt kökenleri bilmek/tanımak değildir; ruhumuzu, kişiliğimizi, eğilimlerimizi, yetilerimizi tanımak/bilmek/görmektir bence!
Havel’in yaşam koşusuna bakarken, babasının yazdığı altı ciltlik anılarından söz ettiğini de gözledim. Kutsanası, azımsanmayacak bir yaşam tanıklığıdır aslında bu tür bir birikim.
Bir ân Fakir Baykurt’un sekiz ciltlik “özyaşamım” adlı anıtsal yapıtını anımsadım. Başlı başına bir inceleme/yazı konusu bu yapıttan söz edeceğim ileride.
Bir “Bey oğlu” olan Havel’in hayata başlama öyküsüyle yoksul bir köy çocuğu Fakir Baykurt’unkini yan yana getirip karşılaştırmak istemem elbette. Ama eğitimin, aydınlanma düşüncesinin insanın yetişmesindeki etkisi, biçimleyiciliği kökenimiz ne olursa olsun çok çok önemli.
Bunu, Havel, bir başka biçimde şöyle dillendirir: “Ama bu, burjuva çocuğu olarak benim de ‘burjuvalığımızla’ özdeşleştiğim, kendim için de geçerli saydığım, yani kapitalizmi benimsemiş olduğum anlamına gelmez.”
Gene de siz öyle bir konumda birkaç adım önde başlarsınız yaşama. Ve yol alış seyrinizde tüm bunlar biçimleyicidir, hazırlayıcıdır.
Havel; “Bugün gerçekten çocukluğumda yaşadığım olayların, yazı hayatım da dahil, bütün bir geleceğimi etkilediğine kuvvetle inanıyorum,” derken yaşanan ortamın/çevrenin, aile gerçekliğinin belirleyiciliğini imler bir bakıma da.
Yaşadığımız zamanın/çağın içinden çıkıp geliriz. Bunun etkileri, düş ve düşün dünyamıza yansılarıdır bizi duyguda düşüncede var eden.
Kaçınılmaz biçimde de gerçeğin gerçekliğine bağlı kalırız. Benliğimizi sarıp sarmalayan her şey ilk rengini, dokusunu oradan alır.
Aidiyetimizi belirleyen de biraz bu değil midir?
“Yaşam tasarımı” dediğimiz işte oralardan ağıp gelenlerle biçimlenedurur.
Geçmişimiz bu anlamda her zaman “uzak yer” olarak ötededir. Yaşadığımız ân ise “yakın zaman”dır. İçinde ve dışında olduğumuz zaman dilimleri hayatımızın başlayan ve süren yolculuğunu tanımlar. Oraya taşıdığımız her bir şey, bunun biçimlenmesini sağlayan her çaba, aşılamayı yapan her kimse o tasarımın bir parçasıdır aslında. Bizde buluşanı taşıyan bilincimiz bir bakıma meraklarımızın, tutkularımızın, yaratıcılığımızın simyası olarak yaşam felsefemizi oluşturur üstelik.
Bundandır ki her yazarın/sanatçının, bilim insanının sürekli yeni bilgilerle aydınlanan yolu geçmişten taşıdıklarıyla daha da zenginleşerek çağının dili/rengine dönüşür. Benim çağsayıcı bilinç/çağsayıcı düşünce dediğim de budur.
Aidiyetimizin kökenleri, varlığımızı anlamlandıran coğrafyanın dili bizi tümüyle bunlara hazırlar.
Dil düşüncenin aynasıdır dediğimiz kıyıya varınca gördüğümüz, gözlediğimiz hep o uzak yerlerdir, yakın zamanların tanıklığını dile getiren kavrayıcı bakıştır sevgili okurum…
_____
(*) “Uzaktan Soruşturma”, Václav Havel/Karel Hvízdála, Çev.: Leman Çalışkan, 1990, Afa Yay., 197 s.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (10 Ağustos 2021)