Parçalı denemeler: Yaban iyidir! | Feridun Andaç

Ekim 26, 2021

Parçalı denemeler: Yaban iyidir! | Feridun Andaç

“Sarmaşık kendi kendine daha iyi büyür, ıssız ve 

sanatsız kuytuluklarda kocayemiş daha gür biter,  

kuşlar daha bir ezgili öterler.” Provence

Yüzümüzü doğaya dönünce, orada saklı duranların albenili görünüşü hemence cezbeder bizi.

Saflık, bozulmamışlık her zaman insanın çekim odağındadır.

İçinde yaşarken fark edemediklerimizi, uzaklaşınca ya da saflığın bozulmaya/tehdit edilmeye başlandığında yitirdiğimizin ne olduğunu anlamaya yöneliriz.

Algımız bulunduğumuz yerde, bakışımız yaşadıklarımızın yansımasındadır. Adlandırmalar, kavrama bilincimiz de öyledir.

Montaigne’in şu düşüncelerine dönünce, “yaban iyidir” dedim içimden:

“Herkes kendi geleneklerine aykırı olan şeyi  barbarlık olarak görüyor. Gerçekten de, içinde yaşadığımız ülkenin görüşlerinden ve geleneklerinden başka gerçek ve akıl ölçütü yok elimizde. Orada din mükemmel, uygarlık mükemmel, her türlü gelenek ve  görenek kusursuzdur her zaman. Onlar, doğanın kendi kendine ve olağan gelişimiyle ürettiği meyvelere yaban dediğimiz gibi yabanlar. Oysa aslında yapaylığımızla bozduğumuz ve olağan gelişiminden saptırdığımız şeylere yaban demeliydik. Canlı, sağlıklı, gerçek, hem en yararlı hem en doğal bütün özellikler, nitelikler onlarda var: yoz beğenimizin keyfine uydurarak onları biz piçleştirdik. Yine de o bölgelerin özel olarak yetiştirilmemiş ürünleri tat ve lezzet bakımından damak zevkimize uymuyor, ama bu şeref payesinin büyük ve güçlü doğa anaya değil de sanata gitmesi için bir gerekçe değildir. Güzellikleri ve zenginlikleri bu uydurduklarımızla  öylesine doldurduk ki altında boğuldular. Yine de saflığın ışıldadığı  her yerde, boş ve şımarık girişimlerimizi muhteşem bir biçimde mahcup ediyor.”

Yabanılı “ilkel” olarak görmemeli. Bozulmamışlık, kendi halinde, doğallığında olmak…

Buna uzanan elin barbarlığı yabanılı bozar, başkalaştırır. Kusurlaştırır, eksiltir, sakat bırakır…

***

Bunca kirlenme, yozlaşma, çürüme karşısında suspus olan bir güruha  dönüşüyorsak günbegün… Ve aynılaşıyorsak her geçen gün…

Bazen, sözün/yazının da yorulduğunu düşünürüm sevgili okurum.

***

Mayıs 2009 tarihli yazı defterimi açtım, yukarıdaki düşüncelerim/notlarım çıktı karşıma.

Aradan geçen sürede daha da kötücül zamanların bizleri kuşattığını yadsıyabilir miyiz?!

Küresel kuşatmanın hayatımızın birçok alanını nasıl tarumar ettiğini, içini boşalttığını görmezden gelebilir miyiz peki?

Naomi Watts ve Sean Penn’ın başrolünü oynadıkları “Adil Oyun” filmini izlerken daha dün; bizde yaşananları görmezden gelen sinemacıları, kötürüm bir dille kendi kuyularında debelenen romancıları düşündüm bir de sevgili okurum…

Koygun Bir Zamanda…

Ertelenen sözlerin  örtüsünü çekiyorum aradan. Uzak bakışlara kavuşmak derdini de çıkarıp atıyorum gözlerimden. Şimdi, şu anda, çekip alıyorum bir kitabı başucu kitaplığımın rafından. Herhangi bir sayfasını açıp okumaya veriyorum kendimi:

“Yol kıyısını yalayarak geçen ormanda yürürken kum tozu ayaklarının çevresinde burgaçlanıyordu. Süt bardağını andıran bir gökte güneş sütbeyazdı. Ormandan hızla akarak gelen serin, sığ bir derecikten geçerken durakladı, ayaklarına dar gelen pabuçlarını çıkarıp çakıl taşlı burgaçların, burgaçlarda fırıl fırıl dönen ıslak yaprakların bulunduğu sulara çıplak ayakla girmek isteğine kapıldı birden ama o sırada adının çağrıldığını duydu ve korktu.” (*)

Kentin karmaşasından uzaklaşıp, giderek kirlenen zamanımızın ötesine geçmek istiyorum. Dönüp kitaplara  örtülen bir zamanı aralamak da sanrılı geliyor bir an!

Bakmadan görmeden yaşamaksa ruhu öldürüyor. Ama onca söz, onca yalan arasında kendine bir gökyüzü yaratarak yaşamak savaşmakla eş…

Yazınca yakaladığınız zamanın katmanlarına dönüyorsunuz. Başka ses, başka yer arayışı da belki bundan!

Şimdi, her bakış başka birinin izinde; her söz başka yalanları doğuruyor hayatımızda. Yitiriyoruz birçok kavramın anlamını; örneğin yurt, yurttaşlık, dil/anadil, kimlik, aidiyet…Sonra dillendiriyoruz, çoklukla hem de; “çokkültürlülükten” söz ediyoruz, kültürel farklılıkların tanınmasından, ayrışmanın/ayrıştırmanın dilini ezberimize alıp son otuz yılın yıkıntılarını göz ardı ediyoruz.

Bellek odalarına girip girip çıkıyoruz, durup dururken, kederin ve yoksunlukların dilini unutup, aniden bir Cuma yaratıyoruz kendimize! Öldürmeyi kutsayan bayrakların gölgesinde yürümeyi hüner biliyoruz.

Şiddetin dilini hayatımızın her alanına yayıyoruz farkında olmadan. Sinik sokaklar, isyancı mahalleler, gettolaşmış modern alanlar açıyoruz. Öfkeyi biliyoruz bir yandan da.   

Dil, düş, zaman bölünmelerine ad koyan melez bir dil ile ağdalıyoruz dilimizi.

Bu ara yerden bakınca hayatımıza, sessizlikte, koygun bir zamanda perdelenen günün akşam ışıklarına verince bakışlarımı; bana, yersizliğimizi hatırlatan, burada/orada olma sanrısını yaşatan bu gündeş zamanın daha da çok kanayacağını düşünüyorum.

Truman Capote’nin o yaralı dili de sağaltamıyor günümü.

Biliyorum ki; küreselleştikçe yerellikten kopuyoruz, ufalanıyor hayatımızdaki her şey. Çok kutuplu bir dünyanın ortasında kendine yer açmaya çalışan bir ülkenin dipdalgasını hissetmeye çalıştıkça; giderek artan yalnızlıklarımıza, yabandilin bir zamanı nasıl kapattığına bakıyorum.

Bugünkü hüznüm, buradan çekip gitme isteğim de biraz bundan sevgili okurum…

         ____

(*)  Başka Sesler, Başka Odalar; Truman Capote,, Çev.: Ülker İnce, 1991, Remzi Kitabevi 

edebiyathaber.net (26 Ekim 2021)

Yorum yapın