Günün iyimser bakışı sarmalıyor beni.
Dışarıdaki kötülüğe inat, yaşamaya dair sözlerle/yüzler ve yerlerle buluşturuyorum kendimi.
Gabriel García Márquez’e dair bir kitap okuyorum (*) sarsılarak. Bakışlarım, bilincim Karayipler’deki yaşama kasırgasına değin uzanıyor.
İnsanı anlamaya, tanımaya, yürek ferahlatıcı sözler etmeye, öğrenmeye, yaşama dair iyi şeylerden söz etmeye dönük yüzlerle buluşuyorum her gün.
Rüzgârın sesini dinlediğim, kuşların göç yönlerini o dinginlikte gökyüzünde izlediğim, yıldızların geceye nasıl anlam kattığını derinden gördüğüm bu sahil kasabasının saklı duruşuna bırakıyorum kendimi…
Sidney Pollack’ın “Havana” filmini izliyorum yeniden…O kasırganın yönüne takılı kalıyor düşüncelerim. “Gözlerimdeki Sır” diye bir filmi, yaşamaya dair sözlerin gelip hayatımızda nasıl biriktiğini görebilmesi için bir dostuma öneriyorum…
Bir yolculuğa hazırlıyorum kendimi, Bela Bartók’u dinleyerek Marquez’in “Başkan Babamızın Sonbaharı”nı okumak, Virginia Woolf’un “Dalgalar”ıyla bunu karşılaştırmak istiyorum…
Marquez’in anlatılarının büyülü evrenine dönüyorum…Bir yerin, bir toprağın, bir kültürün tarihini kavrayarak yazan anlatıcının sunduğu dünyada insanlığın yaşamaya dair verdiği savaşımın bin bir rengine tanık oluyorum.
Albay Aureliano Buendia ailesinin Macondo’yu var eden öyküsünün anlatıldığı, şaşırarak okuduğum “Yüzyıllık Yalnızlık”ın büyülü satırlarını hatırlıyor, oralarda geziniyorum bir süre…
Yaşar Kemal’in “Dağın Öte Yüzü” üçlemesinde anlattığı insanlık durumlarını, yerin betimi ve doğanın anlatımını hatırlatıyor bana Marquez.
Onun “anlatmak için yaşamak” dediği de bu olsa gerek!
Siz, bir anlatıcı, bir yazar olarak yaşadığınız yerin/toprağın gerçekliğine dönerek bir dil kurar, bir anlatı dünyası yaratırsınız.
Eğer ki; insana/topluma dair bir sözünüz varsa, oradan yola çıkarak insanlığa ulaşırsınız.
Edebiyatın, bize/insanlığa, yaşamaya dair taşıdığı anlam da burada başlar işte. Sınırları kaldıran, dilleri buluşturan, yaşama kaygısını birlikte hissettiren bir duyuşun sesi…
Evet, edebiyat budur…İyi kurulan bir yapıt, iyi yazarın elinde biçimlenen insana dair bir öykü elimizden tutar, hatta yüreğimizden yakalar bizi.
Beni Marquez’e götüren, oradan Yaşar Kemal’e taşıyan, Faulkner’ın dünyasının her iki romancıya da yansıyan anlatıcı bilincini derinden kavramaya yönelten bu duygudur biraz da.
Oradan çıkarak varırız yaşamın anlamını görmeye, kavramaya dair yolculuklarımıza. Edebiyat bize bunu sağladığı için yüzyıllardır insanlığın tarihe kayıt düşer, insanı insana taşır.
Nâzım Hikmet’in, 1947’de, Bursa Cezaevi’nde duvarların arkasında yazdığı “Yaşamaya Dair” şiirini okuyunca hayata yeniden yeniden başlamanın anlamını/değerini düşünmeden de alamıyor kendini insan sevgili okurum:
“1.
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi meselâ,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişin de bile, meselâ, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.”
Sokağımdan Geçme
Bir kokunun ardına takılmıştım…Yanık, genzi yakan , yüreği alevlendiren bir koku…Tanımıştım da bunu! Yüzümü, yönümü döndürmüştüm bu kez ana caddeden, Sultan Melik Mahallesi’ne gitmekten vazgeçip; Yukarı Mumcu’ya yönelmiştim. Bir sokağı arıyordu bakışlarım. Bu kokunun çağırdığı yerdi… Birkaç adım sonra karşıma çıkan sokakta bulmuştum Acem (lavaş) ekmeği fırınını…Eskimiş, köhne bir yapının tek sahibi gibi zamanın tanıklığını yansıttığı gibi, taşıyıcı olanın da izlerini gösteriyordu…
Yıkıntılar uç vermiş, yeni yeni yapıların beton yükseltileri göğe ermişti!
Sokağımız değişmişti…Ötesi, o günlerin yaşayan görüntüsünden tek bir iz olarak bu fırın kalmıştı.
Kent dönüşüyordu. Adlandırılmıştı da: Değişim!
Bir bir yıkılıyordu sokaklar, mahalleler yok ediliyordu. “Eski” olarak nitelendirilen ne varsa bu yıkımdan payını alıyordu. Kalan birkaç yapı ise, bu “yeni”lerle gelen değişimde ranta dönüşme zamanını bekliyordu…
***
Bir kenti bize anlatan/tanıtan sokaklardır. Yaşama kültürünün soluk aldığı mahalleler ise oluşan bu imgenin barınağıdır adeta. Orada insana, hayata, geçmişe, geleceğe dair her şey bir akkor gibi siner yaşantımıza.
Kevin Lynch’in bir sözü gelip beni buluyor şimdi: “Bir imge yaşanabilir çevrede yön bulmaya dair bir değere sahip olmaksa, onun birtakım nitelikleri de bulunmalıdır.” (**)
Yuva kavramı kadar sevgi, dostluk, aşk, arkadaşlık, komşuluk bizi biz yapan değerler olarak benliğimize siner; orada her biri kendine yer açarak anlam katar günümüze gecemize. Duygu yönlerimiz, içduyumuzun imge haritası da oralarda biçimlenir.
Bunlarsız bir hayatın rengi soluğu olmadığını düşünürüm. Bizi duyguda buluşturanın yaşanmışlık kadar oralardan ağıp gelen yaşama zenginlikleridir de.
Sokak öğretir, mahalle yaşama hazırlar sizi. Güven duygusuyla birlikte; bir olma, yerin anlamını öğrenme, ortak bilinç kapılarından geçme duygusunu da taşır bize her biri.
İz bırakmayan bir yer yer değildir; düşlerinizde imgesi olmayan bir ev, insan ruhunun sıcaklığının sinmediği bir yer yer midir sizce?
Sokağın diliyle mahalle kültürünün varoluşunu ayrı düşünemeyiz elbette. O yaşama barınakları ki; geçişlerle kurular sokakların adlarıyla kendilerini var ederler…Çarşısı pazarı, esnafı uğraşlarıyla birbirlerine ulanarak artık “semt” olma özelliklerini de güne zamana taşıyan bu yerleşim alanları kentlileşmenin hızına ayak uyduramadığı için adım adım kimlik değiştirmeye başlıyor.
Kentlileşme olgusunun kaçınılmaz gerçeğidir değişim. Ama, bizde, özellikle de 1950’den beri önü alınamayan göç dalgası çarpık kentleşmeyle birlikte rant ekonomisini de yarattı. 1980 sonrasının ekonomik politikaları, küreselleşmeyle gelen tüketim ekonomisinin değişimdense dönüşüme yönelik açılımları tıpkı yık-yap gibi, yap-sat zihniyetini egemen kıldı.
Sokak, mahalle aidiyeti yerine bir “yer”, bir “alan”, bir “ev/mekân” aidiyeti moda oldu.
Bu anlamda kentlerdeki birçok sokak/mahalle kapış kapış el değiştirmeye başladı.
Kuşkusuz bunun Anadolu kentlerindeki boyutu ile metropolleşen İstanbul’daki biçimlenişi farklılıklar içerse de; el değiştirme zihniyeti hep benzer anlayışı geçerli kılmaya çalıştı Aldığım yer istediğim her şeye dönüştürür, bulunduğu alanı da kendime göre kullanırım…
***
Kuşkusuz kimse kimseye sokağımdan geçme, mahalleme uğrama diyemez. Ama eğer geleceksen bizi anla, bizi tanı, bizimle ol düşüncesine de alıştır kendini. Sokak da mahalle de bunu ister senden. Yoksa, ‘ben geldim, istediğimce donattım, dileğimce yaşarım’ demek; o güzel insanların bıraktıklarına sahip çıkarak yeni bir alan açmak ne sokağa açılmaktır, ne de mahalleye sahip çıkmak…
Gözünüzdeki perde kalkmazsa, sokağı da unutun, mahallelinin baskısına da hazır olun derim. Bilmem siz ne dersiniz sevgili okurum?
____
(*) Bir Söz Büyücüsü: García Márquez, Gene H. Bell-Villada, Çev.: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yay., 414 s.
(**) Kent İmgesi, Kevin Lynch, Çev.: İrem Başaran, 2010, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.
edebiyathaber.net (24 Ağustos 2021)