Babaanneme ve “bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlara”*
Güneşli bir gün. Ama serin. Serin olmalı. Tam sevdiğim gibi, güneşli ve serin bir gün olmalı. Öyle olsun.
Annem, babam ve ben. Beyoğlu’nda babaannemle buluşacağız. Bir parkta. Gezi Parkı olmalı. Gezi Parkı olursa umudum palazlanacak; anı direnişe katılacak, katlanacak. Buluştuğumuz yer Gezi Parkı olmalı. Öyle olsun.
Neden babaannemin Ömer Hayyam’daki evinde buluşmuyoruz? Besbelli birileri birileriyle kapışmış; ev ziyaretinin yakınlığı geri çekilmiş, belki hiç sunulmamış. Gelinine mi kızmış? Annemin elinde zeytinyağlı yaprak sarması dolu bir tencere. Babama mı küsmüş? Belki. Anneme sorabilir, onun tanıklığından yeni bir öykü ve belki bir açıklama edinebilirim ama hayır. Öğrenmeyeceğim parkta buluşmamızın altında yatan hırçınlığı. Babaannemin hırçınlığı açıklama gerektirmez; bir var oluş akıntısıdır, uskumru sırtı gözlerine yakışandır. Haklılık ya da haksızlık aranmaz… Artık hiç aranmaz.
İlk torunuyum ben, en çok beni sever. Söylemesi gerekmez, hediye istemem, bakışından bilirim. Bana uzanan ellerinin sabırsız heyecanından anlarım; biriciğim ben. Onun yanında, o kocaman yetişkinler dünyasında, birinin en kıymetlisiyim. (Yaşamımın geri kalanında bu eşsiz adanışı, bu biriciklik duygusunu hep arayacağımı bilseydi, buna karşın ve bu yüzden beni yine öyle çok severdi, eminim.)
Bana bir balon alıyor. Hayır, rengini anımsamıyorum. Esaslı bir balon, uçanlardan, uçarılardan. Haylaz balon, elimden kaçıvermesin mi? Bir ağacın dalına, başıboşlukla özgürlük arasında sıkışıvermesin mi? Babaannem kaçakların peşini öyle kolayca bırakacak kadın değil. Yalnız yaşıyor, her sabah inadıyla, inadından –ve kalan bir iki kırık umuduyla, umudundan– başlıyor güne. Sigara içiyor fosur fosur; canına susayan laf etsin sigarasına. İnatçı, öfkeli, çok yalnız. Hemen çağırıyor oracıkta top oynayan delikanlıları. (Ha, delikanlı dediklerim bana o yaşta kocaman erkekler gibi görünen oysa olasılıkla on iki, on üç yaşında veletler.) Çocukları çıkartıyor ağaca; balon yine esir, benim utancımsa kopkoyu. Ve utancın zemininde, benlik duygusuyla neredeyse eşzamanlı filizlenen bir kibir: benim için tüm bu uğraş, tüm bu seferberlik. Doğrudur, ben biriciğim.
Anı bu kadar. Bir düş gibi. Yalçın Tosun’un Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler kitabında yer alan “Parkta” adlı öyküyü okumamla uyanan bir düş. Öykü inatçı kedisiyle, bitmeyen teziyle, huzursuzluk ve endişeden örülü tözüyle gayet “biz”den birinin parkta –evet, yine Gezi elbette– yanına sokulan bir kadınla kısa sohbeti etrafında şekilleniyor. Anlatıcı kadınla konuşmaya gönülsüz, “Unutmak istediğim her şeyi çağıracaktım konuşsaydım, öyle duyuyordum.” Ama kadın davetsiz bir misafirin, bir evde son kez konakladığını bilen misafirin pervasızlığı içinde; çok yalnız. Yıllar önce kaybolup gitmiş bir arkadaşının anısını paylaşıyor ilk olarak. Bu bir tanışma konuşması belki de: kayıp arkadaş bir gece, ansızın beliriyor kapısında. Kadın çorba ısıtmak için mutfağa gidince geldiği gibi puf, arkadaş yok. Yok demişken, kaybolan başka biri mi, kadının ruhundaki özgürlük arzusu mu, bilmiyorum. Bir çorba ısıtmak, bir mutfağın sıcağına hapsolmak insandan neleri alıp götürebilir, kim bilir?
Kadın başka anılarını anlatmakta da sakınca görmüyor. “Ancak bir intihar haberine konu olabilecek kadar mutlu bir fotoğraf”tan söz ediyor; tüm yaşamının, tüm acısının bir yabancının gözleri önünde ortaya dökülmesi onu bu acıdan, bu yaşamdan özgürleştirecek sanki. Dinleyicisi de bu çaresizliğin farkında ve son derece rahatsız: “Bir yabancıya tüm hayatını anlatmaya çalışmaktan daha acıklı başka bir şey gelmiyordu aklıma.”
Ve sonra birden, uyarı atışı bile yapılmadan anlatıcı bize bunun bir öykü değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu anımsatıyor: “Kimseye, kendine bile tüm hayatını anlatmamalı insan. Çünkü bu kötülüğü kimse hak etmiyor.” İşte, bu cümleyi okuyunca, tam o anda, neredeyse sonuna varmış öykü değişiyor; yeniden okunacak, yeni bir metin beliriyor.
Yalçın Tosun’un etkileyici yanı bu: satırları insanın iç sesi denli gerçek, iç sesi denli değişken; öykülerinde yaşama uzanıyor insan, gerçekliğin satır satır, kerelerce örülebileceğini yeniden anlıyor. Ağırlığı yok sözcüklerinin, hüznü yapışmıyor; öykünün yeryüzünde kaplayacağı yeri okurun belirlemesine izin veriyor. Peruk Gibi Hüzünlü’de de Dokunma Dersleri’nde de bu kendine has yoğun “ağırlıksızlık” ve doğallıkla, sözcüklerin kendiliğinden dökülüşüyle iç içe geçmiş güven var. Peruk Gibi Hüzünlü’de teknik açıdan bir arayış var gibi; ne yalan söyleyeyim, beni bir parça rahatsız eden, hatta korkutan bir arayış. Ama Dokunma Dersleri’nde yazarın anlatımı daha da sağlamlaşmış, yine o yalın ve sakin havasına bürünmüş. “Muzaffer ve Muz”, “Beyaz Sabun” ve “Bazı Köfteler”; “Damdaki”, “Bir Kocanın Gizli Defterinden” ve “Firari Parmağın Ucu”… Ve naif inceliklerin ayak sesiyle yaklaşan başka öyküler, başka sarsıntılar. Hep yeniden okunacak, yeniden yazılacak…
Babaannemin öyküye kendini katması bundan. Parkta konuşan kadın hiç benzemez ona; o, değil yabancıların önünde açmak acı çıkınını, kendine bile anlatmazdı yaralarının tarihini. Evet, hep yeniden okunacak ve yazılacak öykülerden o da. Tanımadım onu, ne yazık, kimse tanımadı; çok yalnızdı. El yordamıyla sevdiğim bir anı, benliğimi şekillendiren bir koku, varlığından bana doğru coşan, taşan o yoğun, o kekremsi sevgi: yeşile bakan ela gözlerim elbet griye çalan ela gözlerinin çocuğu. Başka türlü olamaz. Böyle olsun.
* Haydar Ergülen, Nar, “Kuzguncuk Oteli”nden, Adam Yayınları, İstanbul, 2000.
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (27 Kasım 2013)