“Uçurumun kıyısından atlayacağım anda bir şey uzanıp beni havada yakaladı. Onu aşk olarak tanımlıyorum. İnsanı düşmekten kurtarabilen tek şey, yerçekimine karşı koyabilen yegâne güç.”
Manhattan’ı New Jersey’den ayıran Hudson nehrinin batı kıyısında, Newark yakınlarında bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Aynı gün çıkan New York Times gazetesinde tarih 1947 şubatının üçünü gösterirken Kuzey Amerika eksi 63ºC ile tarihinin en soğuk kışını yaşamaktadır. Ertesi gün NY Times Şikagolu ünlü gangster Al Capone’un öldüğünü ve Amerikan Senatosu’nda görev yapmak üzere ilk defa Percival Prattis adında siyahi bir gazeteciye çalışma izni verildiğini ön sayfadan haber yapacak, ünlü bir yazarın da doğmuş olduğunu kayıtlara geçmesi için yaklaşık yarım asır daha beklenecektir.
Polonya göçmeni bir Yahudi olan baba Samuel ve anne Queenie yeni doğan oğullarına Paul adını koyarlar. Daha önceleri ünlü mucit Edison’un ekibinde çalışan Samuel artık mobilya ticaretiyle uğraşmaktadır. Paul okul hayatıyla birlikte okumaya merak salar. Şiir de yazmaktadır. O sıralarda amcası Amerika’dan ayrılmaya karar verir ve giderken tüm kütüphanesini Paul’a bırakır. Önce Salinger’den Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı, ardından da Dostoyevski’den Suç ve Ceza’yı okuyan Paul, yazar olmak istediğine karar verir.
Annesiyle babasının boşanmasıyla yaşadığı sarsıntıyı henüz atlatamamış olan genç Paul on dört yaşında iken arkadaşları ile açık alanda kamp yapmaya gider. Aniden çıkan fırtınadan korunmak için bir yere sığınmaya çalışırlarken hemen yakınlarına düşen bir yıldırım birkaç metre ötesindeki arkadaşının ölümüne neden olur. Onu yaşama döndürmeye uğraşırken gözlerinin önünde maviye dönüşen ceset, Paul Auster’ın hayata karşı tedirgin duygular beslemesinin bir başka önemli nedeni olacaktır. Absürd tesadüflerle, beklenmedik olaylarla şekillenen romanların temeli belki de o dönemde atılmıştı.
“Eğer her şeye hazır olduğunuzu sanıyorsanız, hiçbir şeye hazır değilsinizdir.”
New York kentinin ünlü Columbia Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamlayan genç yazar Fransa’ya gider. Paris’te yaşadığı dört yıl boyunca çeviriler yapmak ve bir şiir kitabı yazmak dışında elle tutulur bir başarısı olmasa da, o süre zarfında eserlerini daha yakından incelediği Charles Dickens, Franz Kafka ve Nobel ödüllü Fransız yazarlar Albert Camus ile André Gide’nin felsefesinden etkilenecektir.
“Bir insanın derisinin, aklının, kalbinin içine ulaşmak, o kişiyi sarsalamak, gözlerini açıp daha önce fark etmediği şeyleri göstermek istiyorum.”
Beş parasız eve döndüğünde babasının yanına sığınır. Artık bir gayrimenkul zengini olan babası hiçlik içinde kendine bir yön bulmaya çalışan oğlunun depresif hallerinden mutlu olmasa da yapabileceği pek bir şey yoktur. Bir süre sonra tek başına küçük bir stüdyoya taşınan Paul Auster, henüz ünlü bir yazar olmanın hayalini bile kurmaya başlamadan, babasının beklenmedik bir anda gelen ölüm haberinden çok etkilenecektir. Yıllar sonra, 1982’de The Invention of Solitude – Yalnızlığın Keşfi adlı otobiyografik eserinde bu duyguyu okurlarıyla paylaşır. “Bir gün yaşam var… Ve sonra, aniden, ölüm var.” Yazarın hayatında önemli bir değişiklik daha olmuştur. Artık para kazanmak için çalışmaya ihtiyacı yoktur, bundan böyle tüm dikkatini kendi tutkusuna, yani yazmaya verecektir.
Ünlü bir psikoloğun anlatımıyla, “dünyayı duyularımızla gözlemliyoruz, ancak bunlar zihnimizde kelimelerle bir anlam kazanıyor. Bu nedenle bilinçaltımızı da kelimeler yönlendiriyor. Yine de kelimeler bazen yetersiz kalıyor, bir şeylerin eksikliğini hissediyoruz. Belki anlatamayız, belki tanımlayamayız ama hissederiz.” İşte Paul Auster’ın kitaplarında okurlar bu duyguyla çok sık karşılaşır. Anlatılanlar vardır, anladıklarımız vardır ve başka bir şeyler daha: Karmaşık, tanımsız, absürd, varoluşsal…
Paul Auster kitaplarının en göze çarpan özelliklerinden biri de tesadüflerin önemidir. Kader… Alın yazısı… İrade… Mücadele… İnanç… Hiçlik…
Yoksa hepsi mi?
Yazar ilk kitabını bitirdiğinde onu basacak bir yayıncı aramaya başlar. Bir, iki, üç, beş, on… New York kentinde tam on yedi ayrı yayınevi tarafından reddedildikten sonra kilitli kapıyı, ayrıksı yapıtlara daha duyarlı bir bölgeden, San Francisco’dan bir yayınevi açar. Daha sonra New York üçlemesi adıyla ün kazanacak bu zincirinin ilk halkası, City of Glass – Cam Kent 1985 yılında yayınlanır.
“Bir hikâyenin gerçekliği detaylarda gizlidir.”
Yanlış bir numara ile başlar her şey, üç defa çalan bir telefon, hattın öbür ucunda bir başkasıyla görüşmek isteyen bir adam. Telefon bir kez daha çalar ikinci gece. Üçüncü gece telefonu kaldıran polisiye yazarı “Evet” der, “aradığınız dedektif benim, adım Paul Auster.” Aslında Paul Auster adındaki detektif o değildir ama rastlantının akşına bırakır kendini ve aranılan kişi olmayı kabul eder. Neden razı olur? Gizemli bir labirentin içinde koşturmaya başlarken başına neler geleceğini biliyor mudur? İpler kimin elinde? Yazarın mı? Roman kahramanının mı, yoksa okurun mu? Dedektif rolünü kabul eden roman kahramanı kimin peşine düşer? Kendi hayatının mı? İçindeki ‘ben’in mi? Yoksa kimin?
Bu sarsıcı, varoluşçu eser hak ettiği ilgiyi çekince bir yıl sonra Cam Kent’i ikinci bir roman takip eder. Ghosts – Hayaletler. Bu kez bir gece yarısı aniden bir telefon çalmaz. Roman kahramanı da bir yazar değil, gerçek bir detektiftir. Bir gün kimliği belirsiz biri, tanımadığı bir adamı takip etmesi için detektife telefonda para teklif eder, o da işi üstlenir. Peşine düşüp ne yaptığını rapor edeceği avı ise caddenin öte tarafında yaşamını sürdüren ve hiçbir şey yapmadan sürekli odasında oturup çalışan bir yazardır. Neticede detektif de artık hiçbir aksiyona gerek kalmadan kendi odasında oturup olan biteni yazmaya başlar. Nereye savrulduğunu bilmeden labirentin çıkmaz sokaklarında koşturmaya çoktan başlamıştır. Bir süre sonra kendisine bu işi teklif eden müşterisinin de aslında karşı kaldırımda oturan yazarın kendisi olduğunu fark eder ve bu kumpasa karşı çıkar…
Aslında yazarların sık sık yaşadığı bir deneyim değil midir bu? Bir hikâye kurgularsınız, karakterleriniz olur ve bir süre sonra o karakterler kendi kimliklerini kazanırlar, baş kaldırırlar ve artık kurgu sizin değil onların kontrolüne geçer. Peki, ya gerçek hayatta kontrol kimde? Bu satırları okuyan sizde mi? Bu satırları yazan bende mi? Bu portreyi yayınlayacak olan derginin genel yayın yönetmeninde mi? Yoksa…
“Hikâyeler bir tek onları anlatabilenlerin başına gelir.”
New York Üçlemesi’nin son bölümü, The Locked Room – Kilitli Oda adıyla 1986’da yayınlanır. “Kilitli Oda” türü kriminal romanların ortak özelliği, cesedin içine girilmesi mümkün olmayan bir odada bulunmasına bir cevap aramasındadır. Auster, bu tür kurgulara bir gönderme yapar Kilitli Oda adlı eserinde. Bu kez ana karakterin adı yoktur. Hikâyeyi onun ağzından dinleriz ama kim olduğunu bilmeyiz bile. Çoktandır görmediği eski bir arkadaşından bir mektup gelir. Bu hikâyenin gizemine kapılan biyografi yazarı, mektupta bahsedilen değerli roman taslaklarının peşine düştüğünde, mektubu kendisine yollayan arkadaşı Fanshawe’un ortadan kaybolduğunu anlar. Olaylar gelişir, kahramanımız öldüğü varsayılan Fanshawe’un dul karısıyla evlenir ve oğlunun babalığını üstlenir. (Paul Auster genç yaşlarda yine bir yazar olan Lydia Davis ile evlenmiştir ve Daniel adında bir oğulları vardır. Daha sonra eşinden boşanır. Bu romanda yazar belki de bir bakıma kendi geçmişini sorgulamaktadır.) Sanki her şey durulmuş gibi görünürken eski arkadaşı Fanshawe’dan bir mektup daha gelir. Aslında ölmemiştir, ailesine sahip çıkması için onu yönlendirmiştir ve davranışlarını takip etmektedir. “Kocaman bir canavar gibi üstüme geliyor her şey ve kontrol edemiyorum. İçimdeki gökyüzü kararıyor; şunu kesin olarak söyleyebilirim, altımdaki toprak sallanıyor… Artık doğru tercihleri yapamıyorum. Hiç böyle olmamıştı. Elmalar portakal değil, şeftaliler de su kabağı… Ama hepsinden aynı tadı almaya başladım” der kahramanımız.
Avcıyken av olmuştur. Bu gidişe bir dur demeye, başkaldırmaya karar verir, ancak bir kez daha içinde koşturduğu puslu labirentlerin çıkmazlarında kaybolmuş gibidir. Kaybolan gerçekten o mu, Paul Auster’ın kendisi mi, yoksa biz okurlar mı? Kim bilebilir?
“Bunlar artık elde kalan son şeyler, diye yazar genç kız. Bir gün gelecek , kaybolacaklar ve asla geri dönmeyecekler.” Paul Auster’in en önemli eserlerinden biri, In The Country of Last Things – Son Şeyler Ülkesinde (1987) bu sözlerle başlar. Kaosun hüküm sürdüğü, düzenin kendini yok ettiği bir adaya, kaybolan erkek kardeşini aramaya giden on dokuz yaşındaki kız, Anna Blume, adadan ayrılan son gemiyi göz göre göre kaçırır. Zira yazarın emir komutasında bir felaketten öbürüne savrulan bir maceranın kahramanı olmak gibi bir görevi vardır. Hiçliğin, anlamsızlığın sözcüklere dökülmeden anlatıldığı bu fantastik hikâyenin canlı şahidi olma görevi de okurlara verilmiştir.
Paul Auster halen evli olduğu ikinci eşi Siri Hustvelt ile 1981 yılında hayatını birleştirir. Birkaç yıl sonra da Sophie adında bir kızları olur. 2010 yılında yayınlanan romanı Sunset Park’ın kahramanı şöyle der: “Yazarlar gazetecilerle asla konuşmamalı.”
Böyle düşünmesine rağmen yazar zaman zaman bu kuralını esnetir. Bir söyleşisinde otuz yıl önce satın aldığı elde düşme Olympus marka daktilosunu hâlâ kullandığını açıklar. Zihninden geçenleri daima bir kareli deftere yazdığını, ardından oturup daktilosunda temize çektiğini anlatır büyük bir alçakgönüllülükle. Tüm yazdıklarını kendisi gibi bir yazar olan hayat arkadaşı Siri’ye okuduğunu, onun sözünden çıkmadığını ve karısının beğenmediği her şeyi çöpe atıp yeniden yazdığını da itiraf etmeyi ihmal etmez.
Hayatını büyük bir tutkuyla yazmaya adayan Auster, Moon Palace – Ay Sarayı (1989), The Music of Chance – Şans Müziği (1990), Leviathon (1992), Mr. Vertigo – Yükseklik Korkusu (1994) ve Timbuktu (1999) adlı eserleriyle yoluna devam eder.
Kurgularında sürekli karşımıza çıkan belirsizlikler, tesadüfler, gerçek hayatında da benzer rolleri oynamaktadır. Bir defasında, henüz kendisini tanımadığı için Auster hakkında çıkan bir eleştiriyi gazetede okuduktan sonra “kim bu adam?” diye soran bir film yapımcısıyla yolları kesişir. Yazar böylece, 1995 yılında yazdığı iki senaryonun, Smoke – Duman ve Blue in the Face – Mosmor Surat, beyaz perdeye aktarılmasında sorumluluk üstlenecektir.
Bu koşturma bittiğinde, aslında sakin ve yalnız bir hayatı tercih eden yazar yeniden Brooklyn’deki evine geri dönüp yazı masasının başına geçecektir. Bu dönemde de The Book of Illusions – Yanılsamalar Kitabı (2002), Oracle Night – Kehanet Gecesi (2004), The Brooklyn Follies – Brooklyn Çılgınlıkları (2005) ve Travels in the Scriptorium – Yazı Odasında Yolculuklar (2007) adlı eserleriyle okurlarının karşısına çıkar.
Eserlerinin neredeyse tümü Türkçeye çevrilen Auster, kitaplarının Amerika’dan çok Avrupa’da satmasından şikâyet etmek yerine bunun kendisi için daha büyük bir anlam ifade ettiğini söylemekten geri durmaz. Ülkesinde kendisi hakkında çıkan eleştirileri ciddiye almasa da bu durumdan hoşlanmadığını, içinde yaşadığı toplumun beklentilerini karşılamak gibi bir görevinin de olmadığını savunur.
Yakın tarihte kendisi ile yapılan bir söyleşide çağdaş yazarlar arasında kimleri takip ettiği, hangi yazarları kendisine yakın hissettiği sorulduğunda şu cevabı verecektir; “Bir başka gün sorsanız belki size farklı isimler verebilirdim, ancak mademki merak ettiniz, şu anda aklıma gelen isimler Peter Carey, Charles Baxter, Philip Roth, Salman Rushdie ve Orhan Pamuk “