Söyleşi: Mehmet Özçataloğlu
Pelin Güneş ile “Sıkıldım, iki hafta yokum” adlı kitabını konuştuk.
“Sıkıldım, iki hafta yokum”da ergen dünyasına, tavırlarına bir projektör tutmuşsunuz. Evde birlikte yaşadığınız bir ergen olsa gerek diye düşünüyorum. Fakat bizim kuşak, yani bugünün ebeveynleri şunu söylüyoruz hep birlikte: “Bizim dönemimizde ergenlik falan yoktu. Nereden çıktı bu ergenlik?” Bir de size sorayım, nereden çıkmış olabilir bu ergenlik?
Evet doğru. Bizim döneme, ya da daha eski kuşaklara ait bir dert değilmiş gibi duruyor ergenlik. ‘’Başında kavak yelleri esiyor’’ tarzı romantik söylemlerle geçiştiriliyor, en fazla ‘’iki üç yıllığına hoş görülmesi gereken davranışlar dönemi’’ olarak tanımlanıyordu. Ancak, böyle söyleyen kuşaklara bakıldığında, ‘’ah şöyle yapsaydım, keşke şunu okusaydım, zaten ben hep bunu istemiştim de şunu yaşamak zorunda kaldım’’ türünden yakınmalara da çok rastlanıyor. Ve suçlanan da büyük oranla aileler, bir önceki kuşağın baskıları, geleneksel yapısı, çatışmaya izin vermeyen, dediğim dedikçi kuralları oluyor. Sonuç, ‘’gençliğimin kıymetini bilemedim’’ yargısı. Dolayısıyla, çatışma olmadan gelişme olmaz deyimi kendini doğruluyor aslında. Genç, kendi içinde ya da ailesinde, okulunda, mahallesinde, çevresinde ihtiyaç hissettiği sorgulamayı, çatışmayı, tartışmayı, kısa ya da uzun ayrılıkları yaşamazsa, kendi yolunu açacak savaşını vermezse, sonuç hüsran olabiliyor. Bu sancılı döneme de ‘’ergenlik’’ deniyor diye düşünüyorum😊
Kitapta Tuana ve annesi arasındaki çatışmaya tanık oluyoruz. Kuşaklar arası çatışmayı biz de yaşadık çocuk-genç olarak. Anımsadığım kadarıyla bugünkü gibi sürekli değildi ama. Z kuşağını anlamakta biz mi güçlük çekiyoruz ya da neden yetişemedik onlara?
Kuşaklara sürekli bir takım harfler, semboller veriliyor. Anladığım kadarıyla, bugün 40-50 yaş arasında olan Y’ler, yani bizler, Z kuşağı’nın ebeveynleriyiz. Bizim kuşaklar halen ideolojilerin geçerli olduğu, sosyal güvencenin, kariyerin, ekip çalışmasının, düzenli bir işin ve meslek edinmenin önemli olduğu dönemlerde büyüdüler. Dolayısıyla, yaşam tecrübemiz, kodlanmamız bu şekilde. Oysa Z kuşağı dediğimiz çocuklar, diğer kuşakların hiçbirinde görülmemiş, çağlar boyunca eşi benzeri olmamış bir teknolojik dönüşüme şahit oldular. Tüplü televizyon onlar için mağara resmi kadar yabancı. Doğa, coğrafya, diğer ülkeler ve kültürler neredeyse, eski zamanlara ait gereksiz ayrıntılar. Bu dönüşüm başta ‘’bireyselleşme’’ olmak üzere, özgüven, özgürlük, çabuk ulaşılan bilgi ve hızlı yaşam alışkanlıklarını getirdi. Tuana’nın annesi için sosyal faaliyetler ne kadar önemli ise, Tuana için de yalnız kalıp kendi uğraşları ile zaman geçireceği vakitler değerli. Toplumsal, sosyal, politik ve girişken olmalarını biz istiyoruz, ama önlerine sunulan dünya, pek de buna fırsat vermeyecek gibi.
Fantastik edebiyata bakışla ilgili de bir eleştiriyi okuyoruz satır aralarında. Bu ayrıntıyı iyi yakaladığınızı düşünüyorum. Soruyu tersten sorayım, fantastik edebiyata neden karşı durulmamalı?
Fantastik, bilim kurgu, ütopik ya da distopik konulu edebiyat… Özel bir yakınlığım, tutkum olduğunu söyleyemem, ama çocukluğunda Jules Vernes okumuş şanslı insanlardan olarak bu türe saygım büyüktür. Hayal gücü, sorgulama yetisi, felsefe ve akıl yürütme üzerinde olumlu, besleyici etkileri olduğunu herkes bilir. Dolayısıyla, okullarda, okuma listelerinde herhangi bir kısıtlamaya gidilmesi çok yanlış olur.
Özlediğimiz mahalle sıcaklığını da ikinci bölüm olarak değerlendirdiğim Eskişehir yolculuğu sonrasında görüyoruz. Tuana’nın yabancısı olduğu bir ortam fakat hiç yadırgamıyor ve hemen uyum sağlıyor. Bu sıcaklığı kaybetme nedenimiz olarak siz neleri etken görüyorsunuz?
Tuana fantastik edebiyata meraklı. Komşusu Münü’nün anlattıkları ve Eskişehir’de karşısına çıkan dünya, okuduğu kitaplardaki gibi sıra dışı, masalsı. Bir sıcaklık duyması, kendini o insanlara yakın hissetmesi bu yüzden. Yeni tanıdığı kişiler, başkalarını memnun etmek, bir grup içinde var olmak, kendini göstermek için sıkıcı, yapay çabalara girişmiyorlar. Herkes tek başına özel ve değerli, ama bu durum onların komşularını ya da dostlarını göz ardı etmesi anlamına da gelmiyor. Eski mahallelere gelince… Hepsinin bir özlem duygusu yarattığına inanmıyorum, ama yaratanlar için, bir daha o tarz yakınlaşmaların, sıcak insan ilişkilerinin, sohbetin, geceleri de devam eden sokak oyunlarının bulunamayacağını düşünmek çok kötü.
“Sıkıldım iki hafta yokum” beni başka bir kitaba yönlendirdi sonrasında. “Zehirlenen Çocukluk.” Sue Palmer şöyle bir ifade kullanıyor o kitapta: “… Sonrasında çocukların ergenlik olarak bilinen uzun karanlık tünele girmeleri elbette geriye doğru atılan bir adımdır ama önceki yıllarda her şey rayında gitmişse tünelin sonundan hasar almamış olarak çıkmaları için umut vardır.” Tuana için düşünürsek, onu nasıl bir gelecek bekliyor, bu satırlar ışığında. Neler söylersiniz?
Tuana, kabuğundan çıkmaya kendi isteği ile karar verdi. Bence en değerlisi bu. Hayat, Eskişehir öncesi kadar zor ve gerilimli olmaz diye düşünüyorum ama yine de ‘’inişlerim çıkışlarım o kendimden kaçışlarım’’ diyen Fikret Kızılok mısraları da hemen düşüveriyor tabii aklıma😊
Hastanelerde dikkatimi çekiyor. Çocuk-ergen ruh sağlığı polikliniklerinin önü bir hayli kalabalık. Geçmişte belki ayıplanma korkusuyla başvurulmuyordu bu hekimlere. Bugün gelinen noktada ise bunu da aşan bir durum var gibi. Nedir çocukları böylesi sıkan, bunaltan? Geniş aile yapısından çekirdek aile yapısına geçişin, o deneyimden mahrum olmanın da etkisi olabilir mi?
Dediğiniz gibi, çekirdek ailede, zamanı istediği gibi kullanamıyor kimse. Çoğunlukla anne baba çalıştığından, eve geldiklerinde ancak yeme içme ve biraz da sohbete vakit kalıyor. Hafta sonları da genelde alışveriş ve kurslarda geçiyor. Bazen ebeveynler, ‘’bir baktım büyümüş’’ ya da ‘’ne ara ergen oldu bu’’ gibi yakınmalarla zamanın hızlıca ve tadını çıkaramadan geçtiğini söylüyorlar. Geniş aileler zamanında durum farklı mıydı? Belki. Yardımlaşma ya da iş bölümü için daha fazla kişi vardı ama benzer yakınmalar yine oluyordu. Birdenbire büyümüş çocuklarla karşılaşan anne baba, bu niye huysuz, bu neden pısırık, bu neden çalışmıyor, neden sınav başarısı yok, neden takıntıları, korkuları var vs… gibi sorularla çocuğunun eline yapıştığı gibi çözüm aramaya çıkıyor. Oysa hiç kimse, neden çocuğumu tüm gün bu bariyerli sitede yaşatmak zorundayım, neden sokakta özgürce dolaşamıyor, neden iki sokak ötedeki arkadaşına yalnız gidemiyor, neden insanlara karşı güvensiz ve ürkek, neden tek başına seyahat edemiyor ya da yumurta pişirmek için internet videosuna ihtiyaç duyuyor diye sorgulamıyor. Kendilerinden organik taleplerimiz olmayan çocuklarımızı, organik sebzelerle beslemeye çalışıyoruz. Bilemiyorum, belki de bunalımlarımızın sebebi budur.
edebiyathaber.net (5 Temmuz 2021)