Öğrencilik yıllarımızdan bugüne değin, hepimizin dinlediği bir masal var: Osmanlı İmparatorluğu zamanında, tüm ırklardan ve tüm dinlerden insanlar İstanbul’da bir arada, hoşgörü ve yardımlaşma içerisinde hayatlarını sürdürürlerdi… Bu masalın verdiği bilgiler, büyük ölçüde doğruydu; Balkan Savaşları başlayınca çokuluslu, çok dilli ve çok kültürlü Osmanlı ülküsünden vazgeçilene kadar…
Orhan Türker’in değerli ve önemli çalışmasını “Pera’dan Beyoğlu’na: İstanbul’un Levanten ve Azınlık Semtinin Hikâyesi”, Pera’dan Beyoğlu’na, Grand Rue du Pera’dan İstiklal Caddesi’ne geçişte, gözden ve resmi tarih anlatılarından uzakta yaşananlara tanıklık etmemizi sağlıyor. Resmi tarihin avutucu açıklamalarıyla tarihini aklamaya çalışanlar için fazla çarpıcı bir çalışma olabilir, dikkat diyelim.
Pera’da yaşayan azınlıklar ve Levantenlerin huzurla sürdükleri hayatlarının tekinsizleşmesi ve Pera’da yaşayan insanları yersiz-yurtsuzlaştırma politikalarının görüldüğü dönem, 1912’de Balkan Savaşları’yla başladı, diyebiliriz. Bundan çok kısa süre sonra başlayan I. Dünya Savaşı döneminde, 1915’te, Ermeniler için çıkarılan ve yüz binlerce insanın katliyle sonuçlanan zorunlu göç yasası, Pera’da da yankısını bulur ve Ermeni toplumunun beyin takımından birçok isim de Pera’daki evlerinden alınır, ölüm için yollara düşer.
I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle, çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu masalının sonuna gelinir. Pera’nın tarihi sokaklarında işgalci İngiliz ve Fransız askerleri gezer; eğitimli Rum ve Yunanlıların bir kısmı, Türklerle düşmanlıkların beslenmesine katkıda bulunan davranışlar sergiler. Bu karmaşık ve tekinsiz durum, 1923 yılının 6 Ekimi’nde, İstanbul’un işgalden kurtarılmasına kadar devam eder.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti kurucularının, ümmetten topluma geçişin hızlandırıcısı ve çözümü olarak millileşmeyi görmeleri, hem Pera’nın hem de Pera’da yaşayan azınlık mensuplarının sonunun hazırlanmasına zemin hazırlar ve hoşgörü masalı gerçekliğini yitirmeye başlar. Pera’daki azınlıklarla Levantenlerin yok sayılması ve ötekileştirilmesinin ilk adımı “isimlendirme” alanında görülür. Öncelikle, yıllardır Grand Rue du Pera olarak anılan caddenin ismi, İstiklal Caddesi olarak değiştirilir. Resmi yazışmalarda Pera ismi kullanımdan kalkar, Beyoğlu ismi kullanılmaya başlanır. Pera’daki yabancı okullarda, bazı derslerin Türkçe okutulması kuralı getirilir; bu okulların Türkçe bilmeyen idarecileri görevlerinden alınır. Gazetelerde, Pera’nın Türkleşmesi gerektiğini aktaran, Türkçe olmayan isimlerin görüntü kirliliği yarattığını iddia eden yazılar yayımlanmaya başlar.
I. Dünya Savaşı’yla birlikte, kıtlık ve alım güçlüğü Pera’da da kendini hissettirir. Paskalya’da, ailecek bir araya gelmek için sofraları donatmak bir lükse dönüşür. Tüm bu zorluklar yetmezmiş gibi, 1942 yılında, Varlık Vergisi gündeme gelir. Tek seferlik olacak bu vergi, savaş koşulları ve kıtlık sebebiyle bir nebze doğal karşılansa da uygulamada azınlık ve Levantenlere yapılan ayrımcılık, Pera’da yaşayanların kendilerini bir kez daha yabancı hissetmelerine neden olur.
1950’li yıllarda ortaya çıkan ve günümüzde de henüz çözüme ulaşılamamış Kıbrıs Sorunu, Pera’daki Rum ve Yunanların hayatının daha da zorlaştırır. 6-7 Eylül 1955’te, eli sopalı gruplar Grand Rue du Pera’daki dükkânlara saldırır, eşyalarını kullanılmaz hale getirir. Pera’daki ticarete büyük darbe vuran bu olay, toplumsal güveni de tamamı ile yıkıma uğratır. Rumca yayınlanan ve olaylarda matbaası zarar gören Embros gazetesinin 15 Eylül 1955 tarihindeki manşetinden yansıyanlar şöyledir: “Hiçbir yere gitmiyoruz. Bizim de vatanımız olan bu ülkede kalıp, yaşamaya devam edeceğiz. Zarar gören yuvalarımızı ve dükkânlarımızı tekrar yaşanır hale getireceğiz… Bazı kişiler bizi istemiyor diye vatanımızdan gidecek değiliz.” 1925’ye Rumca yayımlanmaya başlayan ve tüm bu süreçte millileşme politikalarına direnebilen, Apoyevmatini gazetesi de 2014 yılının sonlarına doğru bürosuna kilit vurmak zorunda kalır; yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin politikaları, bir kez daha galip gelir.
Azınlıklar ve Levantenler hakkında okuma yaparken, onlara uygulanan politikalardan söz edilirken zihnimde yankılananların doğruluğu karşısında irkiliyorum: Çok dilli, çokuluslu, çok dinli yaşamak bir lütufmuş, azınlıklara gerektiği gibi davranmak “hoş görülecek” bir şeymiş gibi bir algıyla büyütüldük. Evet, burası onların da vatanı… Evet, hep birlikte yaşayabilirdik.
Hoşgörü ile masallarda değil, yaşamın içerisinde de karşılaşabileceğimiz günlere…
Özge Uysal – edebiyathaber.net (13 Haziran 2016)