“Bir Elişi Tanrısı İçin Ağıt” isimli şiirinde “Kantocu Peruz sahiden yaşadı mı patron?” diye sorar ya “İkinci Yeni’nin papazı” Ece Ayhan… Hani, “iktidar” kavramıyla didişen, kimilerine göre fazlasıyla abartılan, kimilerine göre “atonal” şiirin “uçbeyi” bestecisi ve Pink Floyd’un “The Wall”una sarılan “sosyal medya” gençliğinin içeriğinden kopartıp yağmaladığı “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirinin müellifi… Ece Ayhan Çağlar. Şair.
Kalan Müzik etiketli “Kantolar (1905-1945)” CD’sinde kuzeni Şamram Hanım ile Peruz Hanım “Falcı Çingene”yi seslendiriyorlar. Dikkat isterim baylar ve bayanlar! “Roman” değil, “çingene”!
Kantocu Peruz Hanım sahiden de yaşamış, metrobüste yer kapabilmek için dirsek-omuz-çanta darbeleriyle konforlu bir 22 dakika geçirmek için gözünü budaktan sakınmayıp cep telefonu konuşmalarını metrobüs ahalisine dinletmeyi marifet addeden, Dominik’teki Gönüllüler takımından bitirim, “delikanlı” yarışmacıyı desteklemek için “es em es” de atan ey halkım… Kesin bilgi, yayalım: Kantocu Peruz Hanım sahiden de yaşamış!
Tamam, “metrobüs yolcuları” ve “kafasını dağıtmak için Survivor izleyenler” dağılabilir, sözüm “meraklısına” bundan sonra. Sâdi Yâver Ataman “Türk İstanbul”da şöyle yazar: “1870 yılında İstanbul’a gelen gezgin bir İtalyan tiyatrosunun verdiği temsillerde, ilk kez Kanto oynanmış, bundan sonra Tuluat tiyatrolarımıza asıl olan oyun başlamadan önce, bir çeşit üvertür olarak yapılan, caz davulu, trompet, keman ve zil’den ibaret çalgı takımının çaldığı kırık havalarla oynanan şarkılı ve çiftetelli karışımı şarkılı oyunlara Kanto adı verilmiştir.”
“Laşatamikantare” eşittir Adriano Celentano idi bir vakitler benim için. Bir neslin gözünde hâlâ öyledir ya… Yazalım: İtalyanca “cantare” şarkı söylemektir. Tarih bilgisi “lâkin”li “Muhteşem Yüzyıl”la sınırlı olanlar, Sultan Abdülmecid devrindeki ilk ve tek kadın bandosunun hareminde kurulduğunu da bilmezler. Manzel, Donizetti, Guatelli ve hatta Liszt… Hepsi Osmanlıyı ziyaret edip kültürel-müzikal dönüşümün önemli aktörleri olarak tarihteki yerlerini almışlardır.
Osmanlı-Türk Müziği’nin popüler bir figürü olan kanto, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kadının “saray” dışındaki değişimini, sokağa adım atışını da imler bir bakıma. Batılılaşma bebeği emeklemeye başlamıştır. Operetler, trompetler, trombonlar, saray orkestraları Osmanlının kültürünü ufak ufak dizayn etme yolundadır. Sermet Muhtar Alus 1934 tarihli Yedigün’de, “Peruz’un bu kâr’ın [kanto] mucidi ve kantocuların piri olduğunu söylerler. Ben bu satırları yazarken, bizde misafir bulunan eski ahbaplardan yaşlı bir hanım bunu cerh etti. Onun rivayetine nazaran Peruz’un adı sanı ortada yokken, Yoğurtçu Çayırı’nın nihayetindeki tiyatroda Aramik isminde kara kaşlı, kara gözlü, şirin ve tombalak bir kadın, ‘Muhaciriz, biçareyiz, ama ne bahtı kareyiz’ diye yanık yanık kanto söyledikten sonra bıldırcın gibi hoplar zıplarmış.” diyesiymiş.
Bestekâr Osman Nihat Akın’ın dedesi, eski İstanbul’un sıkı rehberi, rakı sofralarının gediklisi, sohbeti dillere destan Ahmed Rasim de “Peruz Hanım’a hayran olan çoktur. Onun çıkacağı tiyatroda salon, boş yer kalmamacasına dolar. Erkenden gelip sahne kenarında yer kapmak ayrı bir gönül işidir. Peruz’un en iyi söylediği kantolar, ‘Kalbi viranım yanıyor, yok bana rahmedecek’ ve ‘Arap Kantosu’dur. Tersane topçu neferinden kalem efendisine kadar her türlü hayran sahneye çiçekler, fiyonklu mektuplar hatta para bile fırlatılır.” diye tarihe not düşer.
Sermet Muhtar Alus ise Peruz Hanım’ı şöyle tasvir ediyor, bilmem kaç megapiksellik makinelere nispet yaparcasına: “Kaşta gözde bol rastık ve sürme, başta arkaya dökülmüş saç, sırtında göğüs ve kolları dekolte, boyunda yavruağzı, kanarya sarısı, camgöbeği veya filizî, rengârenk pullu yanar döner kemerli bol saçaklı fistan. Çiğ pembe çorap, pomponlu ve sırmalı iskapinler.”
Sâmiha Ayverdi’ye kulak verelim şimdi lütfen:“İstanbul’un kıyısını, köşesini, girdisini çıktısını yakından tanıyan, zevk ü sefa âlemlerinin canlı şahitlerinden olan Âtıf Bey isminde bir yaşlı dost, bizim gibi Peruz’un şöhretini duyarak değil, görerek yaşamış bir kimse idi. Bu çok güzel kantocu kadının gençliğini, güzellik ve cazibesini tablo çizer gibi anlattıktan sonra kazandığı büyük servetle Harbiye’de Peruz Akâretleri denen bir sıra binanın sahibi olduğunu, fakat olgunluk ve yorgunluk çağında tutulduğu kara sevda ile sevdiği genci elinden kaçırmamak için mevcut nakit ve mücevherleri ile değeri çok yüksek olan bu binaları da bir bir satıp ona yedirdiğini, sonunda ise artık alıcı değil, verici hale gelen bu salhurde ihtiyar kadının, günün birinde, yiyecek ekmeği olmadığını bilen eski dostları tarafından son defa sahneye çıkarılarak hâzirundan ekmek parası istenmek suretiyle bu hazin taleple sahne hayatının sona ermiş olduğunu nakletmişti.”
Peruz Terzekyan… Evet, kantocu Peruz sahiden yaşamış patron.
Adnan Algın – edebiyathaber.net (3 Mart 2017)