Peyami Safa, 1899 yılında doğar. Annesi Bedia’dan ilhamla ortaya çıkan Server Bedi takma adını ise 1914 yılından itibaren kullanmaya başlar. Bu takma adı ondan önce bir süre ağabeyi İlhami Safa kullanmıştır.
Yazar, Server Bedi takma adını ölüm tarihi olan 1961 yılına kadar kullanmıştır. 1960 yılında tefrikası devam eden ve son Cingöz Recai serisi olan Sağdan Üçüncü Söğüt, bu takma adın görüldüğü son eser olur. Server Bedi takma adıyla yazılar, hikâyeler, romanlar kaleme almış, Nazım Hikmet ile yaptığı meşhur polemikte ona Peyami Safa adıyla değil Server Bedi olarak cevap vermiştir.
1924-1961 yılları arasında yayımlanan ve benim tespit edebildiğim kadarıyla Türkçe edebiyatın neredeyse kırk yıl boyunca yazılmaya devam eden tek kahramanı olan Cingöz Recai serisini bu takma isimle yaratmıştır. Bu seri yer yer Sherlock Holmes yer yer de Arséne Lupin’den izler taşır.[1] Zaman geçtikçe yaşlanan Cingöz Recai’nin maceraları varolduğu süreç içerisinde ülkenin siyasal konjoktürüyle paralellikler gösterdiği gibi edebi ortamdaki belirleyicilikleri görmek açısından da ilgi çekici bir örnektir.
Peyami Safa, Server Bedi takma adını kullanarak kendi adıyla yayımladıklarına oranla yaklaşık dört katı fazla eser yayımlamıştır. Bunların çoğunda melodram unsurları önemli bir yer tuttuğu gibi zaman zaman ilginç anlatım tekniklerine rastlamak da mümkün olur. Örneğin Hey Kahpe Dünya’da babasını öldüren bir erkek çocuğunun gözünden işlediği cinayetin haklılığını anlatması bunlar arasındadır. Selma ve Gölgesi’nde vampir mi yoksa sadece intikam peşinde bir kadın mı olup olmadığı muğlak bırakılan bir kadın karakter üzerinden gerçeklik ve düş arasındaki ilişkiye farklı bir bakış açısı getirir. Meşum kadınlar ile kader kurbanı erkekler arasındaki ilişkilerle edebiyatımızdaki kötülüğün en uç örneklerini yaratmakla kalmaz, modernlik ve edebiyat arasındaki ilişkiye başka bir taraftan bakma düşüncesini getirir. Kendi adını kullanarak yazdığı eserlerde olduğu gibi Server Bedi takma adıyla yazdığı eserlerinde de milliyetçilik göze çarpar bir şekilde vardır. Cumba’an Rumbaya Doğu-Batı meselesine bakışta Peyami Safa adıyla yayımladığı Fatih-Harbiye ile paralel bir bakış açısı sunar. Cingöz Recai serilerinde yarattığı yeni dünyanın yeni kahramanları Cingöz Recai ve Mehmet Rıza ile Türk milletini yükseltmeye çalışan uluslararası üne sahip yeni kültürel figürler ortaya koyar.
Bugün Peyami Safa’nın eserleri üzerine yapılan birçok çalışmada Server Bedi takma adıyla yazdıkları itibar görmüyor.[2] Buna sebep olarak da çoğu zaman yazarın kendisinin de buna itibar etmemiş olduğu, bunları ticari kaygılarla yayımlaması gösteriliyor. Kendisi bu konuya dair 27/08/1933 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Nurullah Ataç’a cevap niteliğinde yazdığı bir yazıda şöyle diyor:
“Ben hiçbir zaman kitaplarımın fenasına müstear imza attığımı yazmış da değilim. Sadece iki türlü yazı ve roman nev’i buluyorum: Birisi edebî iddialarla yazılanlardır, böylelerine imza atarım; öteki de sadece halkın temayüllerine hürmet ederek yazdığım ve kendi fikirlerimle iddialarıma yer vermediğim yazılardır, bunlara da müstear imza koyarım. İki türlü eser arasında «kıymet» farkı koymak bana değil, münekkide düşer. Kendimde yalnız nevilerini ayırmak salahiyetini buluyorum. (vurgu benim) Ben her fırsatta bilmem kaç kalem kitap yazmakla da asla öğünmedim.
Evvelce bir müptedi olduğunu ileri süren bir muharrire, yeni yazı yazmağa başlamış biri olmadığımı ispat için kitaplarımın sayısını bildirmiştim; sonra da, gene bu meslekteki emeklerimi inkâr eden muharrirlere bir kere daha aynı delili gösterdim. Eserlerin sayısı, yani «kemiyet»; ve kıymeti yani «keyfi -yet» arasındaki farkı anlamıyacak var mıdır? Nitekim hiçbir ressam da levhalarının sayısını katoloğuna yazmakla, yahut az eser verdigi iddiasına karşı yüksek bir rakam zikretmekle itham olunamaz.
İnsanın kendine karşı meşru hürmeti başka, öğünmek başkadır; hakiki tevazu ve sahtesi de başka başka şeylerdir. Bunlar arasındaki farkları birbirine karıştırmak suretile Nurullah Ata’nn yapmak ister göründüğü fikir spekülasyonu üstünde fazla duracak değilim. Arkadaşımızın kendini beğenenler sırasında kalmak hususunda gösterdiği ısrarda da kaleminin muhtariyetini kabul ediyorum.”[3]
Edebî eser, şüphesiz sadece yazarının ne söylediğinden ibaret değildir. Yazarın söyledikleriyle edebiyat metinlerine değer atfetmek de öyle. Edebiyat tarihini metinler kurar. Hal böyle iken Türkçenin önemli yazarlarından birinin eserlerinin külliyat halinde yayımlanmaması büyük bir kayıp. Sadece o yazarı ve edebiyatını anlamak için değil, bir dilin edebiyat tarihinde türlerin, anlatım tekniklerinin, kurmacanın nasıl bir gelişim gösterdiğini izlemek açısından da yazarların külliyatlarının elimizde olması bir gereklilik.[4] Sadece Peyami Safa değil birçok yazarımızın külliyatları hala elimizde yok. Bunların bir kısmı gazetelerde tefrikalar halinde dururken bir kısmı da kitaplar halinde yayımlanmış, ancak uzun yıllardır basılmamış durumda.
Peyami Safa’nın sadece edebî eserleri değil yazıları da bir külliyat olarak hala eksik. Bunları bir bütün halinde ve eksiksiz olarak yayımlamak Türkçenin büyük bir yazarına yapılacak en büyük iyilik olacaktır. Üstelik madem yazara kulak veriyoruz, o halde yukarıdaki cümlelerine de kulak verelim ve kıymet farkını bulmayı münekkide bırakalım…
Seval Şahin – edebiyathaber.net (25 Ocak 2017)
[1] Konuya dair detaylı bir çalışma için bkz. Seval Şahin, Kültürel Sermaye, Kibar Hırsız ve Şehir, Bağlam Yay. İstanbul, 2011.
[2] Bu konuda yapılmış bir çalışma için bkz. Zülfikar Uğur Yıkan, Peyami Safa’nın Server Bedi İmzalı Romanları, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2004.
[3] Bu yazıyı bana gönderen Tuncay Birkan’a çok teşekkür ederim.
[4] Tuncay Birkan Türkçenin bir deneme tarihi yazılabilir mi meselesinde bu konuyu irdeler:
http://t24.com.tr/k24/yazi/turkcenin-deneme-tarihi-yazilabilir-mi,571