Bazı kitaplar böyledir. Okuyup bitirdiğinizde hatta daha okuyorken olanca ağırlığıyla zihninize, yüreğinize, gözlerinize çöker, öylece kalır. Kötü değillerdir, hatta şahane yazılmışlardır ama öyle bir hikâye anlatırlar ki iyi veya güzel demeye diliniz varmaz, utanırsınız.
2023 Booker Ödülü’nü almış Peygamberin Şarkısı benim için işte tam da böyle bir kitap oldu. Ara verdiğim zamanlarda beni çağırdı, dışına taşan karanlık rüyalarıma bulaştı, arkamı dönemedim, görmezden gelemedim, reddedemedim. Eğer anlatmazsam sanırım o ağırlıktan kolay kolay kurtulamayacağım.
Hikâye tam da bu zamanlarda İrlanda’da geçiyor. Eilish’in biri bebek, üçü ergen dört çocuğu var. Kocası Larry öğretmenler sendikasında yönetici. Bu topraklarda yaşayan bir okura, sendika temsilcisi bir roman karakteri bundan sonra olabileceklere dair ilk ipucunu veriyor. Bana verdi ama tahminlerimin ötesine geçti.
Larry, İrlanda istihbaratınca göz altına alınıyor ve sonrası meçhul. Eilish, dört çocuğuyla hayatına devam etmeye çalışıyor, kocasından haber almak için her yolu deniyor ama eli hep boş kalıyor.
Satırlar ilerledikçe hikâye de ülkedeki politik ortam da gittikçe sertleşiyor. Totaliter bir devlet sisteminin ayak sesleri her geçen gün daha çok duyuluyor ve nihayetinde iç savaş çıkıyor. Büyük oğul Mark direnişçilere katılıp ortadan kaybolunca Eilish’in mücadelesi daha zorlu hâle geliyor.
Larry götürüldükten sonra bir süre, bir yanda demans hastası babası, diğer yanda dört çocuğuyla, mevcut düzenin devam ettirmeye çalışıyor. Mutluluğun o tekdüzelikte nasıl gizlendiğini, günlük koşturmacanın içinde nasıl durduğunu görüyor, mutluluk sanki görülmemesi gereken bir şeymiş gibi, sanki geçmişten gelene kadar duyulmayacak bir notaymış gibi.
Mark öfkenin en kara gözleriyle bakıp gidince Eilish’in mücadelesi artık hayatta kalmaya ve ailesini hayatta tutmaya dönüşüyor.
Savaş gittikçe büyüyor, çember daralıyor. Kanında atalarından kalma bir şey uyanıyor. Kaç ömür boyunca kaç insan savaşın evlerine gelişini izledi, yaklaşan kaderlerini öylece seyrederek bekledi, sessizce pazarlığa girişti, fısıldadı, sonra da yakardı.
Babası ve Kanada’da yaşayan kız kardeşi Eilish’e ülkeyi bir an önce terk etmesi gerektiğini söylüyorlar ama o her seferinde reddediyor. Larry’nin döneceğine, Mark’ın iyi olduğuna ve ortaya çıkacağına inanmak istiyor. Kuşkuları var. Bir yer de kuşku varsa umutsuzluk olamaz ve kuşku varsa umut da vardır.
George Orwell’in 1984’ünü, hoş bir tesadüfle 1984 yılında okudum. O kitaptan bana kalan duyguyu, artık nasıl bir iz bırakmışsa, üzerinden kırk yıl geçmiş olmasına rağmen bu kitapta tekrar yakaladım. Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 romanındaki, sıkışmışlık ve çaresizlik duyguları da yine burada satır aralarındaydı. Hikâyeler ve zamanlar farklı olsa da totaliter sistemlerin, üzerine çöktüğü insanları içine hapsettiği basıncı gittikçe artan balonlar, her zaman yıkımlarla, çöküşlerle, ölümlerle patlıyor.
Eilish gitmiyor. Umuda tutunmaya çalışıyor. İyilik geri dönecek elbet, yüksek ve mutlu sesler yükselecek, terlikleri arayan ayak sesleri ve verandadan geçen bisiklet tekerleklerinin tıkırtısı duyulacak.
Sidney Lumet’in 1957 tarihli 12 Öfkeli Adam filminde, bir odada toplanan on iki kişilik bir mahkeme jürisinin hikâyesi anlatılır. Bir jüri üyesi, diğer on birini şüphelinin masumiyetine inandırmaya çalışmaktadır. Jüri üyeleri bir masanın etrafında toplanmışlardır ve arkada odanın penceresi görülür. Başlangıçta odaya şüphe ve öfke hâkimken pencereden görünen dışarının havası ağırdır, fırtına bulutları gökyüzünü karartmıştır, yağmur öncesi sıkıntısı hem dışarıyı hem de odayı ele geçirmiştir. Tartışmalar alevlendikçe hava iyice kararır, fırtına kopar, yağmur damlaları pencere camlarını döver. Hikâye çözülmeye başladığında fırtına dinmeye başlar, yağmur artık daha sakin yağmaktadır. Nihayet bir karara varıp rahatladıklarında dışarıda güneş açmıştır, kravatlarını gevşetirler ve pencereyi aralarlar.
Söz konusu romanımızda da tasvir edilen mevsim ve gökyüzü, hikâyenin ağırlığıyla tıpkı filmdeki gibi örtüşüyor. Kış gelmiş, gökyüzü denizin üstüne çökmüş. Kış yağmuru tüm serinliği ve bereketiyle yağıyor, geçen günler yağmurun içinde öyle uyuşuk kalıyor ki zamanın geçişini adete maskeliyor. Dünya karanlık ve yabancı bir denize dönüyor. Dünyayı yangın yeri gibi gösteren, ışıktan ibaret uysal bir fırın misali gökyüzü. Yağmuru fısıldıyor pencere.
Yaz geldiğinde iç savaş artık öyle bir noktaya geliyor ki güneş parlasa da sokakların karanlığını, insanların çaresizliğini, evlerin yıkıntılarını aydınlatamıyor.
Eğer anneyseniz, Eilish’in yerinde olsaydım ne yapardım’ı sorguluyorsunuz. Ben de gitmezdim, diyorum kendi kendime, oğlumun ve eşimin geri döneceğine dair inancım devam ediyorsa, onları bekliyorken gidemezdim. Sonra da böyle bir karar almak zorunda kalmamayı diliyorum. Öyle ya, hikâye çok tanıdık, çok yakın, çok bugüne dair.
Kitabın yazarı Paul Lynch 1977 İrlanda doğumlu bir yazar ve her ne kadar mezun olmadıysa da üniversitede felsefe eğitimi almış. Felsefenin izleri kitapta altı çizilesi cümlelerde ortaya çıkıyor.
Ben eskiden özgür iradeye inanırdım, tüm bunlar olmadan önce sorsan derdim ki kuşlar kadar özgürüm ama artık o kadar emin değilim, şimdi böyle bir canavarlığa maruz kalmışken, özgür iradenin nasıl mümkün olabileceğini göremiyorum, her şey arka arkaya birbirine bağlanıyor, sonra bütün olaylar kendi ivmesini kazanıyor, yapabileceğin hiçbir şey olmuyor, şimdi görebiliyorum, özgürlük sandığım şeyin aslında sadece mücadele olduğunu ve özgürlük diye bir şeyin olmadığını…
Hepimiz tam da şu an irademizin özgürlüğüne dair benzer bir yanılgıda olabilir miyiz?
Paul Lynch, 2015’te Muğla’nın Bodrum ilçesi sahilinde cansız bedeni bulunan Aylan bebeğin fotoğrafından çok etkilenmiş ve bu romanı o duygudan yola çıkarak kurgulamış. Hikâyenin ağırlığının okur için dayanması zor boyutlara ulaştığı 8.bölümü ‘cehennemin sekizinci katında yaşayarak’ beş günde yazdığını söylüyor.
Kurgu olarak okuduklarımızın ve yazdıklarımızın aslında gerçek olduğunu, tarih boyunca ama bizim için en çok da bu aralar yaşandığını biliyor olmanın ağırlığı bu.
Cesaret bulup yazana da ağır, cesaret edip okuyana da.
“Ülkemizin birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğu bu zamanda…” Ne kadar tanıdık bir söylem, değil mi! Kitabın 55.sayfasında geçiyor.
Bazı savaşlar, bazı ölümler, bazı kayıplar hep başkalarının başına gelecek sanıyoruz. İktidarı ele geçirenlerin, tarafı ve söylemi ne olursa olsun hep benzer bir güç zehirlenmesi yaşadığını, her insanın içinde beyaz kadar, ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan kapkara bir taraf da bulunduğunu, o karanlığın sınırlarının olmadığını ve yayılarak ayrım yapmadan hepimizi ele geçirebileceğini, nefessiz bırakıp boğabileceğini nasıl da unutuyoruz.
Kitabın çevirmeni Mert Doğruer, sanırım satırlarda ilerledikçe azalan serotoninimizi artırıp okumaya devam edebilme gücü bulabilmemiz adına yanımızda bir paket çikolata bulundurmamızı önermiş. İşe yarayabilir.
Eilish’in hikâyesi Kuzey İrlanda’da okyanus kıyısında, bir mülteci botunun hemen önünde bitiyor ya da devam ediyor.
“Denize gitmemiz lazım,” diyor Eilish, “deniz hayattır.”
Dilerim öyledir!