Pierre Bonnard’ın resim sanatında birkaç yüzyıldır varlığını sürdüren perspektifin sonunu etkin bir biçimde hazırladığı düşünülür. Böylesine kuvvetli bir gerçeği çıkış noktası olarak alırsak ressamın kendisine dek sanat dünyasını epey meşgul etmiş derinlik yanılsamaları, ışık-gölge etkileşimi, yüzey ve hacim ilişkileri gibi teknik meselelere yeni ve çok iddialı açılımlar getirdiği de bir karşı düşünce olarak belirir ki, ben bu kısa yazıda onun bu yönüne değil, yapmak istediklerini sessiz sedasız gerçekleştirmiş daha mütevazı dünyasına eğileceğim.
Bonnard’ın dünyası her ne kadar burjuvazinin kendi varlığına mağrurca gömüldüğü yaşam alanlarını saplantıyla estetize etse de, bu tercih önceki dönemlerin aristokrasiye, halktan kişilere ya da mitolojik tarih sahnelerine efsanevi bir görünüm kazandırmış bütün bir resim pratiğinden daha ilk bakışta ayrılır. Ressamın kişiliğini (imzasını) bu gibi baskın düşünsel bir yaklaşımla arama girişimlerimizi bir kenara bırakmaya, bizi resme kafamızdaki bilgiyle değil belki duyumsama yeteneğimizle bakmaya çağıran – görünürde – hayli şeffaf bir yapıya sahiptir bu resimler: Çok da fazla kurcalamadan sırrına erişebileceğimizi, bir bakışla renk dokusundan kompozisyonuna, anlattığı gürültüsüz patırtısız hikâyelerine dek bütünlükle kavrayabileceğimizi hissettiren, anlamını gerilerde tutup bizden saklamayan (böyle bir iddiası da hiç olmayan) bu naif resimlerde bakışlarımızı oyalayacak olan nedir öyleyse?
İçtenlik. Yalnızca resmin değil, diğer bütün sanat disiplinlerinin de temelinde yatan ve bizi en az yaşadığımız dünya kadar etkileyebilecek bir ikinci dünya hayaline inanmaya çağıran bu özelliğe Bonnard’ın resimlerinde neredeyse dolaysızca aşina oluruz. Ev içlerini, günlük bakımlarını yapan kadınları, kendi sessizliğine çekilmiş doğa görünümlerini Bonnard bize öyle hırstan yoksun ve hafif bir yolla gösterir ki, tıpkı bir roman veya şiir okur gibi karşısında durduğumuz resmin üzerimizdeki etkisinin rahatlatıcı, sakinleştirici olduğunu hissederiz. Ressamın tasvir ettiği dünyanın ayrıntılarına – aynadan yansıması görünen odadaki eşyalara, çıplak vücudunu ışığa tutmuş kadına, bir caddede başıboş dolanan köpeklere – bir hayal gibi kapılır ve kendi yaşamlarımızın ağırlığı yavaş yavaş zihnimizden çekilirken oluşacak bir tür anlaşmaya dayanır bu içtenlik: Dünyasını sorunsuzca bize açmış ressama biz de gittikçe yaklaşıyoruzdur.
Uyum. Samimiyetini ve yumuşak havasını görmezden gelemeyeceğimiz bu resimlerde olup biten ne vardır da zihnimiz birtakım bağlantılar kurmaya yönelsin? Ressamın zekâsını kendinden önce gelen meslektaşlarıyla kıyaslamamızı gerektirecek herhangi bir referansa da resimlerinde neredeyse hiç rastlanmazken üstelik… Ama Bonnard’ın eserinin kendi içinde bütünlüklü doğası bir kere göz önünde bulunduruldu mu, resmedilen onca şeyin, herhangi bir odada bulunabilecek bütün o günlük hayat nesnelerinin, bir masada karşılıklı oturmuş iki kişinin, aynanın karşısında kendi suretini seyredip etmediğini merak edeceğimiz kadınlarının ya da doldurulmayı bekleyen bir yemek sofrasının, eşyanın duruş biçiminin bile gerisinde düzenleyici bir mantığın bulunduğunu hissederiz. Bu ilişkiler ağı ise bize varılması gereken bir bütünün parçaları gibi değil, rastlantısal bir uyumun sonucunda ulaşılacakmış gibi sunulur. Renk bileşkelerine dek ressamın sıkı, gergin bir hal kattığı bir düzenin varlığı belli belirsiz duyulur ve dümdüz bir uzam üzerinde gelişigüzel (sanki dünyaya fırlatılıp atılmış gibi) yer alan, boyut derinliğinden yoksun figürlerinin bile bir şeyler anlattığını anlarız: En başta da değindiğim gibi, Bonnard’ın bir yaklaşımı, bir resim yorumu vardır elbette; ama bu konu dışı yapılacak açıklamalarla ve kavramlarla değil, her bir resminin barındırdığı ayrıntılarla açıklığa kavuşabilecek bir gerçektir. Ressamın anlattığı dünya kendi yasalarını duyurur ve biz bunları izledikçe daha büyük resmin (isterseniz burjuvazinin destansı anlatımı deyin) kıyısına yanaşırız. Bu resimlerde uyumu sağlayan bir diğer önemli unsur, ressamın hayal gücünün kaotik ve yabansı olmayan, denebilir ki uzlaşmacı yanıdır. Tıpkı uzun sürmüş hayatında olduğu gibi, Bonnnard’ın resimlerinde de yolunda gitmeyen hiçbir şey yoktur.
Sessizlik. Görece kalabalık sahnelerinde bile hüküm sürüyormuş gibi duran bir çeşit sessizlik ve ölçülü olma hali, figürleri yalnızken, bir kâsede birkaç meyve üst üste duruyorken ya da söz konusu olan ışığın yarı yarıya doluştuğu bir pencere kenarıyken neredeyse görünürlük kazanır. Resimlerin bu kurucu özelliği, onların iç dünyalarına nüfuz edebilmemizi sağladıkları kadar bizi bir miktar uzakta da tutar; baktığımız şeyin bir odanın içi ya da henüz yıkanmış çıplak bir kadının mahremiyeti olduğunu aklımızın bir kenarında bulundurur, bu sessizliğin ressamla yaptığımız başka bir anlaşma olduğunu anlarız.
Erhan Sunar – edebiyathaber.net (22 Haziran 2015)