İlk basımı 1990 yılında yapılan, günümüze kadar birçok dile çevrilen ve veganların kutsal kitabı kabul edilen Etin Cinsel Politikası, “Her yıl 31,1 milyar, her gün 85,2 milyon, her saat 3,5 milyon, her dakika 59.170’in anısına” diyerek başlıyor. Yazarı Carol J. Adams ömrünü, ötekileştirilen, hakları yenen, şiddet gören insanlara destek vermeye adayan bir feminist ve hayvan hakları savunucusu. Kitabında feminizm ile hayvan haklarını buluşturuyor, kadınların ve hayvanların ataerkil bir dünyada uygulanan sömürünün ortak mağdurları olduğunu anlatıyor. Kitabın alt başlığı: feminist-vejetaryen eleştirel kuram.
Etin cinsel politikası, kadınları hayvanlaştıran, hayvanları da cinselleştirip dişilleştiren bir tavır ve davranışlar bütünü olarak tanımlanıyor. Et yemenin erkek egemenliği ile ilişkili olduğunu, kadınlar ile insan olmayan hayvanların (Adams, insanların da bir hayvan türü olduğunu vurgulamak amacı ile kitap boyunca hayvanlar için insan olmayan hayvanlar terimini kullanıyor) benzer ve birbirine bağlı şekillerde konumlandırıldığını söylüyor. Şiddeti kıymetli addeden hâkim kültüre muhalif olmanın bir yolunu sunuyor ve diyor ki; insan ve hayvan ıstıraplarını kutuplaştıramayız, bunlar birbirleriyle ilişkilidir. Kitapta, yalnızca kadınlara değil, egemen olmayan bütün insanlara ve hayvanlara yönelik cinsel şiddet ile kötü muamele arasında bir bağlantı kuruluyor. İlginçtir ki hayvan hakları hareketinin yüzde seksenini kadınlar oluşturuyor. Adams, öne sürdüğü tezlerin yansımalarını en iyi kullandığımız dilde görebileceğimizi söylüyor ve Türkçede yer alan örnekleri de sunuyor: “mal”, “mala vurmak”, “kadınbudu köfte”, “kaşar”, vs.
Kitapta en çok üzerinde durulan kavram: “kayıp gönderge”. Erkek egemen dil, kadını ya da hayvanları sömürdüğü sistemin devamı için kadına uygulanan sömürünün ve yediğimiz şeylerin kaynağını düşünmemizi engelliyor. Tabağımızdaki kuzu şişi afiyetle yerken o etin aslında annesinden ayrılan ve korkunç kanlı bir şekilde parçalara ayrılmış bir yavrunun cesedi olduğu asla aklımıza gelmiyor örneğin. Hem içtiğimiz hem de yoğurt peynir gibi hayvansal gıdaları üretmek için kullanılan sütün, o süte ihtiyacı olan hayvan yavrularının hakkı olduğunu, o sütü elde etmek için annenin ve yavrunun korkunç acılı bir süreçten geçtiğini hiçbir zaman düşünmüyoruz. Pirzoladan sanki bir bedenin parçası değil gibi bahsederiz. Oysa konuya olan duyarlılığımız arttıkça korkunç bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalırız: et yemiyoruz, ceset yiyoruz.
Adams’a göre ataerki, sömürünün ta kendisidir çünkü hayvanların ve çevrenin sömürülmesinden daha fazla kabullenilmiş bir sömürü biçimi yoktur. Günümüzde artık insanlar yemeğe psikolojik olarak bağımlı hale geldiğinden, yemek en önemli duygusal desteklerden biridir. İyi beslenmek için de devasa bir bilgi bombardımanı altındayız, zamanımızın büyük bölümünü buna harcıyoruz, nasıl besleneceğimize dair sürekli bir bilgi takibi içindeyiz. Bu nedenle hayvan hakları hareketi hangi ortamda olursanız olun et yiyenler tarafından şiddetli bir muhalefetle karşı kaşıya kalır. Birkaç kişilik ya da kalabalık bir masada tek başına bir vegan ya da vejetaryen bulunduğunda gizli ya da açık, ama oldukça sert, duygusal ve sözel saldırılara maruz kalır. Feminizm ve vejetaryenlik, insanların büyük bölümü için tehdit içerir. Bernard Shaw’a neden vejetaryen olduğu sorulduğunda yanıtı şu olmuş: “Doğru dürüst beslendiğim için benden niye hesap soruyorsun?”
İnsanın et yemek için hayvan öldürmesini etçil hayvanların bir başka canlıyı öldürmesi ile özdeşleştirmeye çalışan düşünce yapısı da bir başka “kayıp gönderge” durumudur. Etçil hayvanlar, başka bir canlıyı sadece kendisi için, kendi çabası ile öldürür, parçalar, yer. İnsanın et yemesi için ise dünya çapında organize bir sisteme ve bu sistemden rant sağlayan dünyanın en büyük sanayilerinden birine sahibiz: devasa hayvan üretim çiftlikleri, öldürme ve parçalamayı gerçekleştiren modern makinelerle kurulmuş mezbahalar, fabrikalar, etin satışına yönelik dağıtım ve pazarlama ağları, vs. Bütün dünyamız hayvanların ölümüne bağımlılık üzerine kurulmuştur. Eğer hayvanları kendimiz öldürerek yeseydik ya da mezbahalarda yaşananlara bizzat tanık olsaydık et yememizin mümkün olmadığını söylüyor Carol J. Adams. Sadece hayvan değil, insanın ölümüne tanıklık etmek de bu konuda duyarlılık geliştirmeye sebep oluyor. Adams, I. Dünya Savaşı’nın vejetaryenliğe hız kazandırdığını belirtiyor. Kitapta yer alan Bertolt Brecht’in şu alıntısı konuyu çok iyi özetliyor:
“Kapitalizme karşı olmadan faşizme karşı olanlar, bir barbarlığın içinden çıkan başka bir barbarlıktan yakınanlar, buzağı eti yemek isteyen ama buzağıyı öldürmek istemeyen insanlara benzer.”
Diğer yandan bulunduğumuz tüm ortamlarda et yemek gibi kadının itaatkâr rolü de yüceltilir. Evlendirilecek bir prensesin olmadığı hiçbir masal yoktur. Sömürü öyle doğallaştırılmıştır ki, aslında dokunduğumuz her şey bir başkasının çektiği acının ürünüdür. Adams’a göre, eğer bir feministseniz, hayvan hakları savunucusu iseniz, ya da herhangi bir konuda aktivistseniz, sömürünün her türüne karşı mücadele içinde olunması gerekir. Kadın haklarını savunurken et yemenin, vegan iken kadınlara, çocuklara ya da herhangi bir gruba uygulanan sömürüye sessiz kalmanın anlamsızlığına dikkat çekiyor.
Etin en iyi protein kaynağı olduğu söylemi, yanlış olduğu kadar aynı derecede protein kaynağı olan sebze ve tahılları yiyen insanları, kültürleri aşağılamak anlamına da geliyor. Sebze ve tahıl ağırlıklı beslenen insanların düşünsel ve entelektüel anlamda daha alt seviyede olacağı düşünülür. Hatta birçok düşünce ve kültür etin erkek yemeği, sebze ve tahıl ağırlıklı beslenmenin ise daha alt seviyede olan kadınların yemeği olduğunu kabul eder. Spinoza da şöyle bir gerçeği dile getirmiş: “Hayvanların öldürülmesine karşı çıkmak sağduyu üzerinde değil, batıl inanç ve kadınsı şefkat üzerinde temellenir.” Erkek egemen yaklaşımlar, doğa ve kadını, hayvan ve kadını özdeşleştirir. Simgesel olarak hayvanlar dişildir. Erkek egemen yaklaşım, ikisini de hükmedilir, parçalanabilir, şiddet ve baskı uygulanabilir nesnelere indirger. Kitap boyunca hayvana yönelik şiddet ile kadına yönelik şiddet ilişkilendirilir.
Dilimiz sadece erkek merkezci değil, insan merkezcidir. “Kayıp gönderge” durumunu destekleyen örneklerden biri de “insani kesim” terimidir. Hayvanların yemek için kesilmesi nasıl insani olabilir?
Tarih boyunca et yemeyen ve bunu savunan birçok insan olmuş ancak “vejetaryen” kelimesi ilk kez 1847’de türetilmiş. “Vegan” kelimesi ise 1944 yılında Donald Watson tarafından “vejetarian” kelimesinin ilk üç ve son iki harfi türetilerek oluşturulmuş. İlginç olan şu ki; Oxford Illustrated Dictionary “vegan” kelimesini ancak 1962’de tanımış. Kullandığımız Word uygulamalarında ise “vegan” sözcüğü halen tanınmıyor. Adams kitabında veganlığı, her varlığa şefkat duymak üzerinden temellenen ahlaki bir duruş olarak tanımlıyor. Et yemeyen bir bedenle yaşamanın ise beden dolaylı bir bilgelik olduğunu belirtiyor.
Kitabın bir bölümü tamamen edebiyatta vejetaryenlik ve feminizmin nasıl işlendiği konusuna ayrılmış. Çünkü bugün veganlık ve vejetaryenlik, insanların birbirini görmesi ve konuşması ile yaygınlaşırken, geçmişte ancak kitaplar aracılığı ile yaygınlaşmış. Tabii bu alanda da ciddi bir baskılama var. Mary Wollstonecraft Shelley tarafından yazılan Frankestein’in kahramanı canavar aslında kötülük bilmeyen bir varlık. Feminist ve vejetaryen olan Shelley, romanını henüz 19 yaşında iken yazmış. Bilinçli olarak, iyi olduğu kadar vejetaryen olan bir kahraman yaratmasına rağmen, kitap üzerine yazılan yazıların ve kitaptan uyarlanan filmlerin hiçbirinde onun vejetaryen olduğu üzerinde durulmamış.
Bir şiirden alıntılanan “Pilav yiyin, kadınlara inanın” Carol J. Adams’ın kitap boyunca anlattıklarının simgesel özeti. Beslenme tercihlerimiz doğayla olan ilişkimiz kadar politik duruşumuzu da yansıtıyor. Dolayısıyla Adams’a göre, pilav yemek kadınlara inanmak demek.
Etin Cinsel Politikası, ezberlerimiz, doğduğumuz günden itibaren beynimize işlenen kodlamalar nedeniyle kabullenemeyeceğimiz gerçekleri dile getiriyor. Et yerken bir ceset yediğini hiç düşünmemiş olanlar için yüzleşmesi çok zor gerçekleri. Bu gerçekleri kabul etmek ise koca bir dünyayı karşına almak ve yalnız kalmak gerçeğini de beraberinde getiriyor. Adams’ın dediği gibi, kim olduğumuzu beslenme tercihlerimiz belirliyor. Ama tek tek her birimizin tercihleri de nasıl bir dünyada yaşayacağımızı belirliyor.
Hayatta kalmak için can almayan, doğa ile barış içinde bir insanlık dileği ile…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (16 Ağustos 2019)