“İncinmemeye başladığımda umarım beni gömerler.”
Çırak değişen bir toplum içinde debelenen insancıkları anlatan bir yıkım ve pişmanlık romanı. Kapitalizmin “yeni” tüketim alışkanlıklarına – yani göz alıcı, dev marketlere – ve büyüyen bir ülkenin daralan olanaklarına direnmeye çalışan bakkal Morris, eşi Ida ve kızı Helen’den oluşan hüzünlü ailesi ve bakkala çırak olarak giren bir yabancı, Frank. Bernard Malamud bu insanların dramı üzerinden II. Dünya Savaşı sonrası Amerika’daki yaşamı, küçük insanların hiç bitmeyen gündelik savaşlarını, bir adamın kendini ve çevresini yıkarak içine düştüğü pişmanlık girdabını ve elbette Yahudi olmayı anlatıyor. Ne yazık ki romanın kimi yerlerinde “Yahudi sorunu” incelikten yoksun bir şekilde öne çıkıyor. Çırak’ın bütününe sinen naif ezgiye karşın, okur zaman zaman Malamud için Yahudi olmanın mı yazar olmanın mı daha önemli olduğunu düşünmeden edemiyor.
Çırak, Frank adlı şüphe uyandıran bir delikanlının, bir soygunun ardından durumu iyiden iyiye sarsılan bakkala çırak olarak girmesiyle başlıyor. Frank’i tanıdıkça çaresiz ve çıkışsız kötücüllük, dürüstlüğe yüzünü dönmeye çalışan yılgın bir yalancılık ve tüm bunlara rağmen kendini yeniden yaratmaya yönelik inatçı bir arzuyla da yüz yüze geliyoruz. Frank hata üstüne hata yapan, adeta kendini yıkıp parçalarını savurmaya çalışır gibi yaşamını göz göre göre karanlığa iten bir adam. Hep yeni bir başlangıç peşinde. Geçmişte kalan bir başlangıç. Şimdiyi kapsamayan bir değişme çabası. Çaresiz bir debelenme.
“Bu düşünce, pençeli bir varlık gibi yaşıyordu içinde yahut asla tükürüp atamadığı bir susuzluk gibi, olup biten her şeyi bünyesinden söküp atmaya yönelik iğrenç bir ihtiyaç gibi; çünkü her ne olduysa yanlış olmuştu ve Frank bütün bunları benliğinden temizleyip bir parça huzur, bir parça düzen sağlamak; şimdiyi daima feci bir şekilde kokutan geçmişten başlayarak başlangıcı değiştirmek, bu koku onu boğmadan önce hayatını değiştirmek istiyordu.”
Çoğumuzun içine düştüğü bir hatadır bu. Başlangıcı değiştirmeye çalışırız. Geçmişi değiştirmeye. Sorunun, mutsuzluğun kaynağına inip oradan yeni bir yaşam dermeye çalışırız. Oysa değişim her zaman şimdide, tam bu anın içindedir. Bizi onca korkutan, gerçekten bir şeyi değiştirebileceğimiz – işte, bu yüzden bizi korkutan – tek zaman dilimidir şimdi. Başlangıç bir mittir. Eylem alanı ise yalnızca şimdi. Bunu görmek, kabullenmek – ve cesaret etmek – zaman alır.
“Aynalara bakıp aynalar görüyor, hangisinin gerçek, hangisinin önemli olduğunu anlayamıyordunuz. Helen yavaş yavaş Frank’in kendisi hakkında dürüst davranıyormuş gibi yaptığını, tecrübeleri hakkında bu kadar çok şey anlatmasının da gerçek benliğini saklamak için bir numara olduğu kanaatine varmıştı. Belki bilerek yapmıyordu, belki yaptığının farkında bile değildi.”
Malamud ailenin ve Frank’in yıkımını anlatırken değişen bir toplumun ezdiği tüm insanların dramını anlatıyor aslında. Ailenin Yahudi olması, bir acı geleneği ve tarihi taşıyor olması her şeyi daha da zorlaştırırken, Frank üzerinden ırkçılığı ve bu yoz zihniyetin bakışını da görüyoruz.
Malamud gitgide parçalanan hayatları anlatırken sıklıkla kötü bir koku metaforunu kullanıyor. Bu adeta çürüyen bir toplumun kokusudur; her şey bir çöp yığınının altında kalmaktadır. Umut da sevgi de… Güven de huzur da…
“Mutlu bir son yerine, kötü bir kokuyla kalakalmıştı. Yaptığı şeyi yerinden sökerek parçalayıp yok edebilseydi keşke ama olan olmuştu, bunu geri çevirmek Frank’in elinde değildi. Bir daha asla elini süremeyeceği bir yerde, pis kokulu zihnindeydi. Düşünceleri sonsuza dek boğacaktı Frank’i.”
Ve bir örnek daha:
“Hapishanesinde güzel bir şeyi kötü hale getirmiş olmanın yarattığı pişmanlık ikliminde yaşıyordu ve çok eski de olsa bu düşünce kalbindeki acıyı tazeliyordu. Çöp kokusu burnunun içindeydi. Hayatını sızıldanarak harcıyor, ağzı söyleyemediği kelimelerle dolup taşıyordu.”
Romanın sonunda insanı yenilen rüzgârları çağırıp bu pis kokunun dağılabileceğine dair umut veren Malamud, anlaşılmaz şekilde aceleci bir kapanış yapıyor. Ailenin ve Frank’in dramını bunca incelikli işleyen yazarın kurtuluşu ve umudu böyle geçiştirmesi ister istemez hayal kırıklığı yaratıyor. Ya da kurtuluşun yalnızca Yahudilikte olduğunu ima eden son cümleleri…
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (29 Mart 2017)