Söyleşi: Neslihan Hazırlar
1974 İzmir doğumlu Polat Özlüoğlu, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü’nde okudu. 2015 yılında ilk öykü kitabı “Günlerden Kırmızı” ve 2017 yılında ikinci kitabı “Hevesi Kirpiğinde” Notabene Yayınları’ndan çıktı. 2019 yılında “Peri Kızı Af Buyrun” kitabı Can Yayınları’ndan yayımlandı. 2021’de, Metis Yayınları’ndan çıkan Erkekler Yalnızlıklar – Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle seçkisinde “Evde Bekleyen Biri” öyküsüyle yer aldı. İthaki Yayınları tarafından basılan “Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar” kitabıyla 2022 yılında 7. Antalya Edebiyat Günleri Yılın En İyi Öykü Kitabı Ödülü’ne, 2023 yılında Fakir Baykurt Öykü Kitabı Ödülü ve Haldun Taner Öykü Ödülü’ne layık görülen Polat Özlüoğlu’nun beşinci öykü kitabı, “Sahi Adım Neydi” Ekim 2023’te basılarak okurla buluştu. Polat Özlüoğlu ile “Sahi Adım Neydi”adlı yeni öykü kitabı üzerine röportaj yaptık.
Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!
Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın ortada dursun.
Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper.
Az unutursun.
Birhan Keskin
“Sahi Adım Neydi” öykü kitabınız bugüne kadar yazdığınız toplumsal meselelerden, aile içi travmalardan, çevrenin birey üzerindeki kaotik etkilerinden biraz uzaklaşıp öze, çekirdeğe, bireye yöneliyor. Bu öykü kitabınız için, imbikten süzülenlerin bireye yansıması diyebilir miyiz?
Bireyin yalnızlığına, varoluş sancılarına, hayatta kalma dürtüsüne dair biraz daha derin, biraz daha yoğun bir öyküler toplamı diyebiliriz. Aile içinde yaşanan sorunlarla büyüyen ve çocukluktan beri maruz kaldıkları arıza, travma ve yaraları bir şekilde içinde, sırtında, yüreğinde taşıyan bireylerin bağımsız hayatlara atılma hikayeleri mevcut metinlerde. Artık kahramanlarımız birer birey olma yolunda tek başınadır ve ayakta durabilmek için her türlü mücadeleye, direnişe, savaşa hazırdırlar. Kaybedeceklerini bile bile bu direnci gösterirler. Bazıları dostluğa sığınır, bazıları aşka, bazıları ise yalnızlıklarına, hatta hiç tanımadıkları yabancıların nezaketine sığınanlar bile vardır. Amaç geçmişi, hayaletleri, yenilgileri, kötü anıları geride bırakmaktır. Bu yolda yaşadıkları duygusal sağanak öykülerin içine fazlasıyla sızmıştır. Bu yüzden sizin dediğiniz gibi imbikten damla damla süzülen yoğun hayatlar var öykülerde. Mutsuz çocukların umuda dair hikayeleri.
Yaşar Kemal’in “Ortadirek” kitabında “Meryemce” karakteri önündeki ağaçlara, kuşlara ilenerek pek çok şey söyler. Evrensel mesajlar veren meselelerini yazar, bu şekilde okura aktarır. Türk öykücülüğünde de öykülerde yitirilmiş, orada olmayan kişiye sesleniş vardır. Yazıklanan, uzaklara söylenen sözlerle insanlık meseleleri katman katman anlatılır. Sizin de öykülerinizde meselelerinizi ilenme şeklinde ortaya koyduğunuz ve bunu bir anlatım tarzı olarak kullandığınız söylenebilir mi?
Aslında tamamen bir ilenme değil ama daha çok bir paylaşma, dillendirme ve sesini duyurma amacıyla ortaya çıkmış öyküler. Acı paylaşıldıkça azalmaz mı? Dünyanın meselelerini, haksızlıkları, adaletsizlikleri, vicdanımızı sızlatan yaraları, yüreğimize, gözlerimize, içimize sığmayan ağrıları ancak kahramanın ağzından yani birinci tekil şahıs ile anlatmanın okuru daha güçlü, daha etkili bir şekilde içine alacağını düşündüğüm için böyle yazdım. Bu öyküler bir ölümün, kaybın, yokluğun, bitmeyen bir yasın ardından yazılmış hikayeler. Bir ilenme hissetmek elbette mümkün ama bunun yanında ben bu öykülerin bazılarını adresleri belli olmayan okurlara yazılmış birer mektup gibi de hayal ettim. Alıcısını eninde sonunda bulacak öyküler, bizi dışlayan, öteleyen, yok sayan dünyaya yazılmış metinler. Aynı duyguda buluşmanın hazzını yaşatıyor okura ve yazarına. Elbette hesaplaşma, yüzleşme, sorgulama ve kırgınlık barındırıyor, hatta çokça kızgınlık var bazılarında ama yine de bir ortak, evrensel duyguyu da çağırıyor. Paylaşım. Bitmeyen bir yalnızlığın, yersiz yurtsuzluğun hikayeleri.
Tutunmaya çalışan insanların fotoğrafını göstermeye çalışmışsınız. Burada dezavantajlı kadınların geniş yer tutması, zaman zaman ana izleğe oturan anne figürü, toplumsal bir mesaj verme isteği olabilir mi?
Anne figürü bütün öykülerimde var. Kadınlar ve çocuklar en çabuk gözden çıkarılan varlıklar bu topraklarda. En çok ölen, en çok haksızlığa uğrayan, susturulan, korkutulan, üzerinde hakimiyet kurulan, ezilen, kurban edilen hep kadınlar ve çocuklar. Bütün öykülerde bir anne gölgesi bulmak mümkün. Aileyi bir arada tutan, devamını sağlayan, koruyan kollayan baba değil aksine annedir her zaman. Bende anneci bir çocuk olarak büyüdüm. Kadınların kalabalık olduğu bir akraba topluluğu vardı. Onları dinlemek, onlarla vakit geçirmek, onları izlemek öykülerde onların dillenmesine vesile olmaya yardımcı oldu. “Peri Kızı Af Buyrun” kitabımda yazdığım karakterlerin çoğunluğu kadın. Kadın odaklı gündemden etkilendim. Kadın cinayetlerinin cezasız kaldığı olayları, toplumun kesilmiş damarlarını okura göstermeye çalıştım. Kadınların ağzından onların yalnızlıklarını anlatmaya çalıştım. Küçüklüğümden beri yaşadığım evin içinde kadınların yaşamlarının, travmalarının, kapalı kapılar ardında konuştuklarının zihnimde kalan payının öykülerime katkısı yadsınamaz. Önemli olan o kadınların bütün bu haksızlık, adaletsizliklere rağmen, eril tahakküme, şiddete rağmen ayakta kalmaları, direnmeleri, mücadeleyi bırakmamalarıdır. Bunu bir mesaj olarak değil bir öykü içinde imlemek önemli zannımca.
“Havada asılı kalmak” deyimi öykülerinizin perspektifini oluşturuyor diyebilir miyiz?
Toplumsal kırılma noktalarındaki olaylar içinde savrulan insanları yazmanın daha başka bir zorluğu ve aynı zamanda tadı var. Aklıma takılan beni düşündüren, dert edindiğim, mesele ettiğim şeyleri yazmayı seviyorum. Geçmişten gelen travmaların şimdi yaşanan zamana etkileri yazdıklarımda geniş yer kaplıyor. Hayat uzaklarda bir yerde duruyor gibi geliyorsa ya da sizin yanınızdan geçip gittiğini düşünüyorsanız yani hayatı o anda, şimdi yaşıyor gibi hissetmiyorsanız havada asılı kaldınız demektir. Bu öykülerdeki karakterler biraz bu halde, hayatın kıyısında, köşesinde kalmış gibiler, hatta hayatın dışına savrulmuş, öteki diye etiketlenmiş, yüzleri olmayan birer cansız beden gibiler. Aidiyet duygularını kaybetmiş, yersiz yurtsuz bir şekilde dünyada sürgün olan kadınlar, çocuklar, erkekler. Yaban olmak, yaban hissetmek, bir türlü kalabalığın içine karışamamak. Bir anlamda bitmeyen bir yalnızlık hali.
Türk öykücülüğündeki 50 kuşağının dili konu bakımından kalıcı ve iyi işlenmiş bir dildi. Onat Kutlar, Leyla Erbil, Ferit Edgü, yeni öykücülerin ulaşmak istediği seviye gibi orada duruyor. Çağrışıma dayalı iç dünya betimlemeleri ve dil işçiliği öyle güçlüydü ki, nitelikli yazarın yazdığı nitelikli okura hitap ediyordu. Dil işçiliği ve içsel betimlemeler sizin öykülerinizin de iskeletini dolduran ögeler. Öykülerinizdeki dil işçiliğini ve betimlemeleri güçlü kılan nedir?
Bunu tam olarak tarif etmek gerçekten zor. 50 kuşağı en çok sevdiğim ve okuduğum yazarların olduğu bir kuşaktır. Öykünün onlarla zirve yaptığını düşünüyorum edebiyatımızda. Dil işçiliği için zengin bir okuma kültürüne ve sözcük dağarcığına sahip olmak gerektiğine inanıyorum. Kullandığınız betimlemeler, metaforlar, benzetmeler, simgeler, semboller bu dilin zenginliğini vurgulayan unsurlardır. Tüm bunları yeterince ve yerinde öykünün içinde barındırabiliyorsak o zaman öyküyü okunabilir hale getiriyoruz demektir. Bir öykünün okunmasını sağlayan şeyler; olay, karakter, kurgu, çatışma, zaman ve mekan gibi unsurlarsa, bunları ayakta tutan diğer şey kullandığımız temiz ve pürüzsüz dilidir.
Öyküleri dişil dille yazmak hiç kolay olmasa gerek. Dişil dil kullanımı sizin iyi bir gözlemci olduğunuzu gösteriyor diyebilir miyiz?
Dişil bir dile uyanıyorsunuz, annenizin kucağına doğuyorsunuz. Bu dil doğumdan itibaren sizinle birlikte büyüyor, ancak okula başladığınızda, sokağa çıktığınızda o dili kaybetmeye başlıyorsunuz. Okuldan itibaren eril dille tanışıyor ve alışıyorsunuz. Yazarken çocuklukta yakın temas içinde bulunduğum, evdeki kadın popülasyonun çok olduğu dişil dili yeniden hatırlamaya, kurmaya, kullanmaya başladım. Eril dili kazımak, kurtulmak ve saklı kalan dişil dile, nötr dile ulaşmak gerekiyordu öykülerde. Dişil dile en yakın dil çocuk dilidir. İkisi bir arada olduğunda yazın dilinizin de zenginleştiğini göreceksiniz. Gözlemlemeyi seven, meraklı, kulakları açık bir çocuk olarak yetişkinlikte bu dili yeniden bulmak zor olmadı açıkçası.
Sizi öykü yazmaya iten yazarlar kimler?
Öncelikle Latin Amerika yazarlarına ayrı bir zaafım olduğunu söylemeliyim. Cortazar, Marquez, Borges, Bolano benim için yeri bambaşka yazarlardır. Bunun yanında Saramago, Milan Kundera, Dostoyevski, Virgina Wolf, Hemingway, John Cheever, Nabokov gibi dünya edebiyatının güçlü isimleri ilham olmuştur her daim. Benim öykücülüğümün temel taşını Füruzan atmıştır sonrası etkilendiğim, sevdiğim, baş ucumdan ayırmadığım yazarlardır; Yusuf Atılgan, Tomris Uyar, Sait Faik Abasıyanık, Latife Tekin, Sevgi Soysal, Didem Madak, Murathan Mungan, Birhan Keskin, Gülten Akın, Onat Kutlar, Yaşar Kemal…
Öykülerinizdeki şiirsel tonlar dikkat çekiyor. Şiirler de öykülerinizin yolunu aydınlatan birer meşale gibi. Şiirsel üslubunuzun öykülerinizde yer bulması sizin şiirle olan dostluğunuzla açıklanabilir mi?
Şiir seven bir yazar olarak şiire düşkünlüğüm çocukluktan gelir. Her liseli genç gibi benim de bir vakit şiirle iştigal etmişliğim olmuştur. Lakin ben yoldan çabuk ve gönüllü döndüm. Şiir yazamayan bir öykücü olarak bazı metinlerde o şiirsel tınıyı yakalamayı seviyorum. Önemli olan öyküyü okurun zihnine ve yüreğine pimi çekilmiş bir el bombası gibi usulca bırakmak. Daha sonra bu şiirsel tonlar okurun içinde birer ikişer patlamaya başlar. Tadına doyum olmayan bir metin ortaya çıkar. Şiir benim okuma evrenimin en başat ögesidir. Başucumdan ayırmadığım çok sayıda şair vardır.
Kısa lirik cümleleriniz okurla dertleşir gibi. Bunu Polat Özlüoğlu’nun anlatım üslubu olarak değerlendirebilir miyiz?
Özellikle bu şekilde yazmak için kendimi zorlamıyorum. Yazar olarak öykünün peşinden koşan bir ruh halim mevcuttur. Metin kendi üslubunu yazarken dayatır zaten. Ben kendimi karakterin ruh haline bürümeye çalışıyorum, onun kıyafetini giymeye uğraşıyorum böylece öyküye teslim oluyorum. Öykü kendiliğinden akıyor. Biraz dert sahibi olduğum doğrudur. Hayatın adaletsizliklerine, haksızlıklarına, insanların vicdan yoksunluğuna, merhametsizliğine, muktedirlerin, güç sahiplerinin zalimliklerine, zorbalıklarına dair söylenecek şeyler var biliyorum ve onlar üzerine öyküler aracılığıyla bir kaç şey söylemek hoşuma gidiyor. Edebi tadı ve lezzeti göz ardı etmeden meseleleri masaya yatırmak önemli diye düşünüyorum. Kalabalıkların içine karışmak, sistemin dışına itilmişlere kulak vermek, direnerek tutunmaya çalışanlara, ölüp ölüp dirilenlere sahip çıkmak gerek bence. edebiyat mesaj vermez, cevaplar bulmaz, edebiyat sorular sordurur, düşündürür.
Hikayelerinizde gölge kavramı çokça geçiyor. Gölgelerle uğraşınızın sebebi nedir?
Gölgeler, boşluklar, kuyular, çukurlar metni derinleştiren kavramlar. Onları kullanmayı seviyorum. Aklıma takılan, beni düşündüren şeyleri yazmayı seviyorum. Gölgeler peşimizden gelir her daim. Sadece kendi gölgemiz değil bir sürü canlı cansız şeyin gölgesine maruz kalırız. Gölgesiz bir şey yoktur şu yuvarlak dünyada. Hiç gölgesini kaybetmiş bir insan gördünüz mü?
İnsanın içini kanırtan öyküleriniz var. Öykülerinizdeki travmatik tonlara bürünen karakterlerinizden bahsedebilir misiniz?
Zor durumda kalan, dışlanan, toplum dışına savrulan, yenilmiş, kaybetmiş karakterlerin çıkış ve kayboluş hikayelerine odaklanıyorum genellikle öykülerde. Toplumsal kırılma noktaları dediğimiz kriz anlarına dair metinler kurguluyorum. Bu topraklardaki kanlı çarpışmaların ortasında kalmış, zalimliğe uğramış, faili meçhul cinayetlere maruz kalmış, yoksullaştırılmış insanlara dair yazıyorum. Ölüm ve yas teması etrafında dolaşıp duruyorum. Çünkü mütemadiyen ölüyoruz. Çocuklar ölüyor, kadınlar ölüyor, gençler ölüyor, işçiler ölüyor, madenciler, yoksullar ölüyor, ötekileştirilen farklı cinsel kimlikteki bireyler ölüyor. Ne çok ölüyoruz. Bunların edebiyat yolu ile anlatılmasını önemsiyorum. Özdeşlik kurulması için bu tür hikayelerin paylaşılmasından yanayım. Derdiniz varsa yazarsınız. Benim elimden yazmak geliyor. Yazarak paylaşmak.
Öykülerinizde karakterlerinizin nesne ile olan ilişkileri hakkında ne söylemek istersiniz?
Nesnelerin hafızası olduğuna inanıyorum. Bu kavramların öykülere tat kattığını düşünüyorum. Bir eşyanın sadece fiziksel bir varlığı olmadığını aynı zamanda o nesnenin bir duygusal tarihinin de olduğunu düşünüyorum. Nasıl bir insanın kişisel bir tarihi varsa eşyalarında ömürleri boyunca üzerlerinde taşıdıkları bir tarih olduğunu düşünüyorum. Bir ayna düşünün anneannenizden kalmış, ona da annesinden. Kaç nesil? Dolayısı ile bu aynaya kaç kişinin yüzü dokunmuştur yıllar boyunca, kaç bin defa bakışı takılı kalmıştır, kaç kez o aynanın önünde ağlanmış ya da gülünmüştür? O ayna bütün bunları taşır içinde. Bütün bakışları hafızasında saklar tıpkı bir insan gibi. Bana çok ilginç ve cezbedici geliyor bu durum. Özellikle öykünün içinde bir nesnenin insanileşmesi ya da benzer duygularla hareket etmesi, ayaklanması, konuşması, kendini pencereden atması, uyuyup uyanması heyecan veriyor. Eşyaların bir dili olduğunu düşünmeyi seviyorum. O dili konuşmak istiyorum öykülerde.
Sırada bir roman var mı?
2018’den beri üzerinde çalıştığım bir roman var. Yine bir haksızlık, hukuksuzluk, yalnızlık, dışlanmışlık hikayesi. Yaralı bir kadının direniş öyküsü.
edebiyathaber.net (11 Aralık 2024)