Hayatın ayrıntılarında saklanmış ayrık otları gibi gördük onları. Belki de görmedik, görmek istemedik, görmezlikten geldik. Yine de inatçı gerçekler gibi çarptılar ummadık anlarda gözümüze. Kimimiz acıdık, kimimiz iğrendik, kimimiz “Bu kadar da olmaz!” dedik. En iyi niyetlimiz “Empati yapmalıyız,” dedi. Empati sözcüğü en fazla onlara bakışımızda, anlama isteğimizde tüm sempatikliğini yitirdi. “Hey dostum bir de kendini benim yerime koysana…” Amerikan film repliği bile çok sıkıcı bir hâl aldı, çekilmez oldu. Kızılderililerin “Birini yargılamadan önce yargılayacağın kişinin mokasenleriyle dolaş,” diye bir sözünü okumuştum. Tam da bu belki de anlatmak istediğim. Çünkü karşındakinin ayakkabılarını giyebilmen için evvela kendininkini çıkarman gerekiyor. Empati bir yerden sonra bana hep rahatsızlık vermiştir. Çünkü biz empatiyi ayakkabımızı çıkararak değil film repliği ezberi üzerinden yaptık. Kötülük yapana iyilik öğütledik. Ama iyiliği uygulamayı pek beceremedik. Bunun için toplumu da arkamıza aldık üstelik. Koskoca bir sığınak gibi girdik toplumun işleyişine normlarına dayanarak. Sadece kanunlar, genel geçer toplum kuralları değildi onların ardındaki sürek avcıları. İçindeki bitik ben’lere fahri ahlak zabıtası üniforması giydirmiş deler geçer kanaatleriyle miniminnacık iktidar sahipleriydi; içimizdeki gizli güç’e gizli gizli tapınan ezikliğimizdeki eksik olma hâliydi belki de onlardaki farklılığı kılıçtan geçiren. Kim eksikti, kim tam? Kim faziletliydi, kim fuzuli? Belki de Hepimizin Göbek Adıydı, unutmak istediğimiz. Sahi Adım Neydi?
Polat Özlüoğlu, ötekileri anlattığı, okuması kolay, her cümlesi kılıç yarası öyküler üzerinden o soruyu bize sorduruyor belki, kimbilir?
Sahiden, “Sahi Adım Neydi“.
Ama kimlik adımızı, resmi adımızı, gerinerek beyan ettiğimiz adı değil. Gerçek bizi anlatan, kaçtığımız adımızı…
Kader, Refika, Zekeriya, Yusuf, Suat, Adem, Nefes, Halil, Kiraz… Hangisini?
Bu anlamıyla dayatılan cinsiyet teorilerini ve gelenekleri yerle bir eden öykülerin ortasında buluyoruz kendimizi. Bir bilim kurgu dizisi ya da filminde görsek şaşırmazdık belki ama Saçlarımı Kestim öyküsündeki “Hoşça kal”a sığdırılan veda ve kalma arasında toplum gelenekleri, aile düzeninde ebeveyn dayatmasına kadar cinsiyet rolleri yer değiştirir. Kalbi darma duman olmuş bir kadının hissettiklerinin peşinden sürüklenirken kendi aşk anlayışımızın yetersizliklerini sorgularız. Başkarakterin değişimini okurken Mem û Zîn’in görsel bir şölenle erkek oyuncuların kadın kıyafetleri içinde, kadın oyuncuların erkek kıyafetleri içinde olduğu bölümler gözümde canlandı. Aynı destanımsı tadı aldım. Sanki kavuşamayan aşıkların trajik destanını içine yerleştiriyor. Değişimi bedeninde ararken duygularının değişmediğini yine bedenini yok sayarak değil duygularındaki değişimin önemini kavrıyoruz. Beden ve duyguların çatışmasında duygu, düşüncelerin aslında bedenden çok da ayrı olmadığını görüyoruz. Beden ruh ikiliği üzerinden yapılan sorgulamada kendi cinsel kimliğinden vazgeçmeye varan bir yolun yolcusuyla tanışırız. Buradaki aşk tanımı için üst evre demekten kendimi alamıyorum.
Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada mevcut cinsiyetlerin kimlik sorunu var. Cinsel kimliklerin kültürel kodları ve aynı zamanda kimliklerin doğasına karşı sorular soran, sormakla kalmayıp cevaplar da veren kısımlar en can alıcı noktaları. Bunları yaparken gelenekleri de yıkıp geçmiyor, onlara da söz hakkı veriyor. Bunu sırf felsefik bir yaklaşım olsun diye değil, tabu olarak görülen bir gerçeği duyumsamamız için yaptığını da hissediyorum. LGBTİ bireyleri sadece mağdur olarak ele alan yaklaşımın dışına çıkması aldığım en iyi mesajlardan biriydi.
Onlar hayâl kurdu ama gerçek olmadı! Bu makûs talihin sorumlusu kim? Polat Özlüoğlu öykülerini ortaya çıkartan hikâyeye ve bireylere odaklanıyor bence. Yalın ve gerçekçi diyaloglar; bir film izlerken herkesin kendisini oynadığını sanmamız kadar başarılı. Aslında öykülerin kahramanları sıradan dertleri olan insanlar. Ancak koşullar ve kimlikler rol üstlenince sıradanlık, sıradanlığın sorunu oluyor. Bazen yaşamımızdaki sıradanlıkları olağanüstü bir evreyle yaşamımıza sokarken bazen de kitabın son öyküsü Tavuk Hanım’da olduğu gibi olağanüstülükleri müthiş bir gerçekçi dayatmayla (kurguyla) sinematik bir çerçevede sunuyor.
Anlatımın dilindeki gerçeğe yaslanan radikallik siyasi duruşa, siyasi itiraza işaret ediyor aynı zamanda. Bu itiraz gücünü edebiyatın dilinden alıyor. Çünkü bu dil, yalansız, tavizsiz, çıkarsız bir şekilde vicdanımıza gelip çarpıyor. Kitabı okurken kendimi daha çıplak hissettim mesela. Çünkü vicdan kuşanmışlıklarımızı yırtıp alıyor üzerimizden. Vicdanımızın tırtıklandığı, eril dilin olmadığı bir anlatımla yürüyor. Toplumun öteki saydığı bireyleri anlatırken kurguya şüphe bırakmamış. Alıştırılmışlığa karşı isyanda bireyi özgürleştiren bir yalınlık, çıplaklık. Bu anlatımdaki içtenlikten kaynağını alıyor. Akıp giden öyküler ama yeniden yeniden sorgulamamızı gerektiriyor. Bu yüzden geri dönüp bakmamızı da şart kılıyor. Öykülerde gizem kadar göstermenin de önemli olduğunu düşünenlerdenim. Belki de bu yüzden karakterlerin bizden, yaşananların dışımızdan olması çelişkisi beni etkileyen diğer bir boyut.
Öykülerde kuşak çatışmasının ortasında buluruz kendimizi çoğunlukla. Anne benzetmelerindeki yönlendirme, çocuğun bakışlarındaki alıştırılmışlık, “Tövbe estağfurullah”a sığdırılmış karşıtlıklar. Bu karşıtlığın temelinde kadınlık ya da erkeklik dışında kalan cinsiyetlere yönelik toplumun bakışını buluruz. Sadece bu kimliklere değil kadına biçilen rol de sırıtır. Ya da iyi evlatlığın beden bütünlüğünden geçtiği anlayışının dayatmasında ezilir yüreğimiz. Mahalledeki yaşam alanlarıyla kuytu köşelerde baskıya, dışlanmaya maruz kalmanın korkusunu da aşan ilişkiler yumağına dalarız.
Yılkı Atları Gibi Bozkırda Başıboş öyküsünde olduğu gibi bir askerin teşekkür karşısında başını eğmesindeki vicdan var bir de tabii. Dünya devinip akıyor herkesin kendi penceresinden diyemeyeceğimiz türden bir mahcubiyetin vicdanı. Kader konulan isimlerde kederine yenilenlere mahcubiyet. Bir tren vagonundaki koltuklara sığabilecek kadar yaşam aramak belki de. İnsan prototiplerinin sığdırıldığı bir vagon, daha fazlası değil. Yasaklarla hayatta kalma arasına sıkıştırılmış ömürler. Görev icabı öldürülen iç sese yenik düşen tren biletine sığdırılan sevgi. Yukarda empatinin yetersizliğinden bahsetmiştim, tam da denk geliyor buraya da. Çünkü en çok da bağlılıklarımızın sesini ortaya çıkartan öyküler okudum. Diğer yarısını bulanların yaşamları. Doğrunun yanında duranların. Bu yüzden dürüstlüğün öyküleri diyebilirim. Eksiklerimizi bilip onları tamamlama cesareti gösterenlerin öyküleri.
Eve Hoş Geldin öyküsünde dediği gibi ‘insanın bir ömür ne aradığını bilmeden yarım bir hâlde gezerken birden pat diye karşısına çıkan diğer yanıyla buluşması’ tanımının sıcaklığına sarıldım. O ana kadar yaşadığı zamanı saymayacak kadar cesareti bulanların. Hayatını ondan önce ve sonra diye tanımlayabilme marifetinde olanların. İnsanın yaşamında miladını bulabilmesi en çok da. “Türkçe bilsen yandık valla.” söylemindeki yok saymaya, aşağılamaya, Ayo Dele adının eve hoş geldin demek olması tezatlığında kayboldum. Kederinin karalığına, kimsesizliğine “Ben varım” diyebilme cesaretinin kutsallığı. Empatinin yerle bir olduğu anlar… Geçmişini unutturarak değil geldiği toprakların kokusunu da içine çekerek bağlananların cesaretinden bahsediyorum. “Yuvan Olmasın Adem” isyanına, “Olmasın Be Gülüm!” diye eşlik eden dostlukları, günümüzün sahte dostluklarına inat yüzümüze vuruyor.
Öykülerin tek tek anlatılmasından yana değilim. Birkaç öyküden esinlenerek yazdığım bu yazı, kitabın geneli için iyi fikir verir diye düşünüyorum. Yazının girişinde sorduğum “Kim eksikti, kim tam?” sorusu anlamını tam da bulduğu yer içimizde eksik kalan yer. Neremiz varsa insan kalan, onlara değmesini bilmiş Polat Özlüoğlu. Yanına uzanayım; ”geçsin artık”* duygusunda. Gülten Akın’la başlayan kitap, “Siz Aşktan N’anlarsınız Bayım,” diyen Didem Madak’la bitiyor. Kitabın özeti gibi bu dize. Çok atıflar var daha, onu da okuyucuya bırakıyorum. Kitabın sonunda bir de mini bir Playlist var, öykülerin ortasından geçen şarkılardan oluşan. Okurken kulağa tanıdık gelecek melodiler. Bir şarkı tutup içimizden söylememiz için eklenmiş. Polat Özlüoğlu’nun on bir öyküden oluşan Sahi Adım Neydi kitabı, İthaki Yayınları’ndan yayımlandı. Yayımlanır yayımlanmaz okuma şansımı Karadeniz Ereğli Penguen Kitabevi sorumlusu İzzet Aslanbay’a borçluyum, minnetle.
* Umay Umay, Cevapsız Ağrı
edebiyathaber.net (23 Kasım 2023)