Sara Ahmed’in, “Duyguların Kültürel Politikası” adlı kitabı Sel Yayıncılık tarafından, Sultan Komut çevirisi ile basıldı. Kitap duyguların kültürel alt yapısını, geçmiş çağrışımların duygular üzerindeki rolünü ve duyguların nasıl politik bir işlev kazandığını inceliyor.
Acı, iğrenme, öfke, korku, sevgi; sıradan insani hislermiş gibi görünen bu duygu durumları, iktidar ilişkileri içerisinde nasıl bir boyut kazanıyor? Sıradanmış gibi hissedilen bir “acıma” nasıl ulusun inşasında ve ruhunu yeniden kazanmasında politik bir işleyiş kazanıyor? Egemenin dışında kalan “ötekiler” duygularla nasıl ulusun dışına itiliyor? Kendisini ulusa dȃhil etmek isteyen “öteki” olanın yaşadıkları ya da çektikleri sıkıntılar nasıl “ulus” tarafından nesneleştiriliyor? Politik olduğunda duyguları belirleyen sınırlar ne ve bütün bunlar bedende nasıl izler bırakıyor? Gibi pek çok soru ile yola çıkan kitap, özellikle bizim coğrafyamız gibi çok farklı grubu içeren, çok kültürlülük iddiasında olan ve geçmişin belleğiyle yüzleşmekte genel olarak başarısız olan bir yerde, okunması gereken bir kaynak kitap olarak karşımıza çıkıyor. Kitabın feminist ve queer teori bağlamında ortaya koydukları ise üzerinde ayrıca konuşmayı hak ediyor.
Başkasının acısını ne kadar çekebiliriz ya da tam anlamıyla başkasının acısını hissedebilir miyiz? Şeklinde bir soru sorsak kafamız karışır. Gayette hissedebiliriz gibi gelir. Ancak acı hissi egemenin dışında kalan “ötekiye” yöneldiğinde ortaya bir iktidar ilişkisi çıkar. Egemenin ötekiye yönelik çektiği acı bir bakıma onu üst bir kategoriye taşır. Çünkü ötekinin acısını hissettiğini söyleyen bunu kendisini yücelterek ifade edecektir. Örneğin bu şöyle olabilir; “o kadar yüce gönüllüyüm ki benden olmayanın yani yazarın çok sık kullandığı gibi “sen” olanın acısını çekiyorum.” Buradaki iktidar ilişkisi duyguların böyle durumlarda hiç masum olamadığının da göstergesidir. Bu anlamda benzer bir şey ulus içinde geçerlidir. Geçmişte ötekine yaşattığı herhangi bir acıyı tanıyan, geçmişinden utandığını iddia eden, yüzleşmek “isteyen” bir ulus (devlet) bu durumu yine kendi üstünlüğünün bir vurgusu olarak kuracak ve bunu ifade ederken kendi yüceliğinden, iyiliğinden dem vurarak, durumu bir lütuf şekline dönüştürecektir. Bu ise; yeni bir farklılaştırma ve ulusun dışında kalanı öteki olarak kurmaya sebep olacaktır. Yazarın vurguladığı gibi yapılması gereken; “ötekinin acısını fetişleştirmek veya empati kurmak yerine duyulması imkȃnsız olanın nasıl duyulacağını öğrenmek olmalıdır.” Bahsettiğimiz iktidar ilişkisi empati içinde geçerlidir. “Empati şiddet içerir” diyor Ahmed. Ulus ötekinin acısını kendi acısı gibi duyduğunu iddia ederek acıyı kendine alır ancak bu durum acıyı yaşayanla onu sahiplenin eşitlenmesi anlamına gelecektir ve böyle bir şey mümkün değildir. Çünkü çok yakınımız bile olsa acı değişken bir durum ifade eder ve kimse kimsenin acısını tam olarak anlayamaz. Yazarın verdiği somut örnekler bu durumu oldukça destekler nitelikte.
Nefret nasıl örgütlenir? Yazar, nefretin ulus sevgisi şiarıyla nasıl normalleştirildiğinin altını çiziyor. “Ben” ya da “biz” olan kendisi dışında kalanı her zaman kendi varlığını tehdit edici bir unsur olarak görür. Ve bu nedenle “öteki” olandan nefret etmek ulus sevgisinin bir göstergesi olarak inşa edilebilir. Bu konuda çok uzaklara gitmeye de gerek yok aslında. Coğrafyamızda son birkaç yıldır devamlı duyduğumuz; Suriyeli mültecilere yönelik nefret söylemi bu durumun yansımasıdır. Suriyeli mülteci “biz”in nefret etmesi gereken ötekidir. Onun varlığını, “steril beyazlığı” tehdit eder. “Geldiler her yerdeler, kirlettiler.” Gibi çok sık karşılaştığımız nefretin sebebi sorulduğunda bu durum ulus sevgisi ile anlatılacaktır. Çünkü ulusu sevmek bir anlamda kendi dışında kalandan nefret etmeyi meşru bir konuma taşır. Ve böyle bir durumda karşılaşıp, engel olmaya çalıştığınızda siz ötekiler yüzünden yazarın deyimiyle “beyaz öznenin” incinmesine sebep olduğunuz için “suçlu” olacaksınızdır.
Nefret duygusunu besleyen en önemli noktalardan birisi de benzeyen ve benzemeyen ilişkisi olarak vurguluyor Sara Ahmed. Ve bu “bize” benzemeyenden sadece nefret etmeyi değil korkmayı, iğrenmeyi de beraberinde getiriyor. Yazarın Fanon’dan aktardığı; beyaz çocuğun, siyahi olandan korkması durumu bu durumun çok somut bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Beyaz çocuk; “anne zenciye bak! Korkuyorum! Korktum” derken geçmişin çağrışımlarıyla hareket eder. Bu yalnızca dil aracılığıyla, değil bedensel olarak bedenler arasındaki bir ilişkiye de sebep olur. Siyahi beden böyle bir durumla karşılaştığında; “kasılır ve bedeninin imkȃnsız ve yaşanmaz olduğunu hisseder.” Bu durum, kurulmuş beyaz öznenin kendisinden farklı olana bakışını ona dair hislerinin nasıl oluşturulduğunu anlamamız açısından önemli bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Peki ya iğrenme? Yine yazarın Darwin’den aktardığı bir örnek bu konuda oldukça çok şey söylüyor. Darwin, yediği ete çıplak bir yerlinin dokunmasından duyduğu aşırı iğrenmeden söz ederken, yerlinin elinin temiz olduğunu da vurguluyor. Elleri temiz ise neden korkuyor sorusunun cevabı ise yazar tarafından; “Öteki zaten kir, kirin taşıyıcısı olarak görülür ve dokunduğu yemeği kirletir.” İfadesiyle açıklanıyor. Bunun anlamı, ötekinin yakınlığından duyulan iğrenme olarak da adlandırılabilir diye ekliyor. Yazarın bahsettiği “yapışma” kavramına da değinmek gerekir. “Suç”, “terörizm” gibi kavramlar bir şekilde ulusu “tehdit eden” ötekiye yapıştırılır. Bu konuda kitaptan somut bir örnek vermek gerekirse; 11 Eylül saldırısının ardından neredeyse tüm “Müslüman özne” terörist ilan edilmiştir çünkü saldırı ötekinin bedenine bir şekilde “yapışıp” kalmıştır. Böylece ötekinin bedeni korkulacak, iğrenilecek bir nesneye indirgenerek tehdit unsuru olarak yeniden inşa edilmiştir.
Sara Ahmed’e göre; yaşamın sosyal bir idealle birleşmesi anlamında kendini yeniden üretmesi, sıklıkla ötekilerin varlığı nedeniyle tehdit altında olarak gösterilir; göçmenler, queerler ve diğer ötekiler. Örneğin; aile tehdit ve güvensizlik anlatısıyla idealleştirilen kurumlardan birisidir. Bu da heteroseksüelliğin ailevi meseleyi evrensel bir kategoriye taşıması anlamına gelir. Hayat verme anlamında kadın ve erkeğin birleşmesi ulusa ve medeniyete hayat verme olarak yeniden üretilir. Ancak bu birleşmenin “yabancı özneler” ile olması uygunsuz görülür. Çünkü en başta amaç ulusun varlığını “steril” olarak devam ettirmektir. Bunun sonucu ise zorunlu heteroseksüelliktir. Queer beden bu şekilde disipline edilmeye çalışılır. Çünkü normlar sürekli yeniden ve düzenleyici olarak üretilir. Bu durum queer bedeni norma göre şekillendirmeyi ve ötekileştirmeyi de içerir. Heteroseksüellik idealleştirilir ve farklı cinsel yönelimlerin bu ideale uyması istenir. Yine coğrafyamızda bu günlerde konuştuğumuz; “AYM kararıyla devletin resmî cinsel ilişki biçimi belirlendi!” haberi bu bahsettiklerimizle oldukça ilişkilidir. Yazarın “Feminist Bağlılıklar” kısmında bahsettiği feminist öfkeden de bahsetmemiz gerekir. Sara Ahmed’e göre; Feminist öfke kapsayıcıdır, öfkeden karşı olunan şeye doğru bir yoruma geçer. Bundan dolayı feminizmin temeli nesne değildir. Öfke yaratıcıdır ve kişinin karşı olduğu şey ile ilgili bir dil yaratmasına yardım eder, böylelikle o yeniden adlandırılarak feminist dünyaya getirir. Yani feminist öfke hep indirgendiği ve “kadınsı” olduğu gerekçesiyle ulus tarafından dışlandığı şekliyle yalnızca duygusal bir tepki içermez. Feminist öfke dönüştürücüdür.
Sonuç olarak; duygularımız çok da masum değildir. Ötekine duyulan merhametin kültürel ve politik izlerini sürdüğümüzde bunu daha açık hissederiz. Coğrafyamızda çocukların söz konusu olduğu ölümlere, tacize, tecavüze verilen tepkilerde “hep o daha çocuk” gibi vurgular görürüz bu bir anlamda çocuğu kimliksizleştirmedir. Çocuğun masumluğu içerisinde farklılığının eritilmesidir. Buna benzer gündelik yaşamda, dil, beden ve duygularla verdiğimiz pek çok faklılaştırma ve ötekileştirme pratiği içerisinde oluruz. Sanırım farkına varmamız gereken şey; yüzleşmenin, utancın, sevginin, acının politik olduğu durumlarda öteniye verilen bir hediyeye dönüşmesine engel olmak. Kimse kimsenin ne yaşadığın tam olarak anlayamaz belki ama Sara Ahmed’in söylediği gibi; imkȃnsız olanı nasıl anlayabileceğimizi bir gün öğreniriz belki.
Emek Erez – edebiyathaber.net (22 Nisan 2015)