Kutsal Kitaplarda olduğu gibi kadim kültürlerin dinsel öykülerini içeren mitlerde de Tanrı’nın insanı kendi suretinde yarattığı anlatılmaktadır. Kendisini görünür kılmak isteyen Tanrı, yeryüzündeki temsiliyetinin sorumluluğunu insana vermişti. Bu inanç insana, bir yandan diğer canlılar arasında önemli bir statü ve ayrıcalık sağlarken, diğer yandan yaşamını içinde geçirdiği bedende kiracı rolünü yüklemektedir.
Bedenin mülkiyet sorunu da burada ortaya çıkar. Tanrıya ait olduğu düşüncesi beden üzerindeki tasarrufların da tanrıya bırakılması anlamına gelir. Antikçağ’da bu inanç, toplumsal yaşamı da etkilemiş ve sitenin, yurttaşın bedeni üzerindeki hakkını ortaya çıkarmıştır. Beden yurttaşa değil, kutsalların koruması altındaki polise (siteye) ait olmuştur. Yurttaşın taşıdığı beden üzerinden siteye karşı sorumlulukları bulunmaktaydı.
Öte yandan daha temel bir problem, bedenin ne’liği üzerine ortaya çıkıyordu. Beden, ruhun içinde hapsolduğu bir et hapishanesi miydi yoksa ruhun kontrolündeki biyolojik mahkûm mu? Eskiçağdakiler dâhil neredeyse tüm inançlar ruhun beden içindeki mahkûmiyetinden dem vurarak bu sorunu ortadan kaldırmanın yollarını aramışlardı. Beden denilen fani, doğaya aitti; en azından Sokrates ve Platon’dan bu yana akıl dünyasının derinlikleriyle hemhal olabilmek için kurtulunması veya kontrol edilmesi gereken bir günah imalathanesiydi. Felsefe dünyasının, aklın karşısına yerleştirdiği beden, doğaya ve ölüme atıfta bulunmakta, hayvani olana işaret etmekteydi.
Bu düşünce Semavi dinleri de tesiri altına almış, bedenin kötü etkilerinden uzak durmanın yolları kutsal kitaplarda tarif edilir hale gelmişti. Özellikle Hıristiyan İsa’nın, (bedenlerine söz geçiremeyerek günaha düşen Adem ve Havva’dan bu yana) insanın içine gark olduğu günahın bedelini bedeniyle ödemesi, bu konudaki en çarpıcı sembol olmuştu. İsa, bedenini hiç günahla tanıştırmadan sorumluluklarını yerine getirmiş, onu müminin ekmeği haline dönüştürmüştü. Bu, sonraki dönemlerde de önemli bir örnek olmuş, bedeninden verdiği mahkûmiyetten kurtulmaya çalışan iman sahipleri peşinden gittikleri Tanrı’nın hislerini paylaşmaya çabalamışlardı. İnançları pahasına bedenlerinin arenalarda parçalanmasına razı olan Azizler, ölmeyecek kadar beslenen ve hatta bilerek kötü beslenen insanlar, bedenlerinin kendilerine hükmetmesine engel olmak istediği için inzivaya çekilenler, ömrünü bir ağacın üzerinde geçirenler veya sütun üzerinde yaşayanlar bunların en güzel örnekleridir. Sınav olarak algıladıkları yaşamlarında en zor sorunun bedensel haz olduğuna inanan hemen her dine mensup müminler, bedenlerini bu hazdan mahrum kılmak veya günahtan uzak tutmak için gayret sarf etmişlerdi.
Yapı Kredi Yayınları’nın 2008 yılında ilk cildini yayımladığı Bedenin Tarihi serisinin III. cildi “Bakıştaki Değişim 20. Yüzyıl” başlığıyla geçtiğimiz günlerde tamamlandı. Alain Corbin, Jean-Jacques Courtine ve Georges Vigarello gibi duayenlerin hazırladığı çok yazarlı kitap Saadet Özen tarafından Türkçeleştirilmiştir. 20. yüzyıldaki beden algısının konu edildiği bu son ciltte, inanç, bilim ve toplum gibi beden üzerine hak iddia eden yeni bir alan karşımıza konulmuştur; tıp. Sağlık konusunu Demokles’in Kılıcı gibi bedenin üzerinde tutan tıp dünyası hiç olmadığı kadar bedene dâhil olmuş ve onu kontrolüne almıştı. Tıp ve sağlık bilimleri, beden üzerine egemenlik kurmanın ötesinde, toplumsal iktidarı elinde tutan muktedirler için de eşsiz bir biyo-politika alanı sağlamış, iktidarın tüm kurumları ile insan bedenine nüfuz etmesine olanak vermiştir. Ancak özellikle de yüzyılın ikinci yarısındaki ideolojik gelişmelerle aynı tıp bu defa insana “bedenini kendileme hakkı” tanımıştır. Böylece, bireyler belki de daha önce hiç olmadığı kadar bedenleri üzerine söz sahibi olma fırsatı yakalamıştı. Beden bir kader olmaktan çıkmıştı. Eskinin kutsal ve tanrısal bedenleri, bu yüzyılda tıp, iktidar ve birey arasında yeni bir egemenlik ve pazarlık alanı olarak ortaya çıkmıştır.
Bedenin kutsalla kurduğu en eski ilişki, önce Aydınlanma ve ardından 20. yüzyılda tıp bilimi ve teknolojisinin de yardımıyla kopmuş, beden konusu büyük ölçüde seküler bir zemine taşınmıştır. Eskiden Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi, görüntüsü olan eksiksiz bedenin bu dönemde noksanları da ortaya çıkmaya başlamıştı. 20. yüzyıl tamamlanmamış bedeni, birey ve tıp arasındaki anlaşmalar neticesinde inşaat alanına çevrilmiştir. Kaderin beden üzerindeki kabule zorlayıcı egemenliği sona ermiş kendi bedenini yeniden yaratma fırsatı bireylere teslim edilmiştir. Böylelikle baştan sona yeni bir beden inşaatı olanağı doğmuştur. Kitabın ortaya koyduğu en önemli kavramlardan birisi tam da bu nedenle “post-insan”dır; “organ nakli, cinsiyet değiştirme ameliyatları, üremeye müdahale, dopingle performans artırma, genetikle oynama ve klonlama projeleri, ‘biyoteknik’ işlemler” klasik insan bedeni algısının çoktan değiştiğinin göstergeleri olmuştur. Gerçekten de modernizm ve üstüne gelen post-modernizm bedenin kadim bağlarını koparmış, onu bireyselleştirmiştir.
Kitapta sağlıktan spora, savaştan sinemaya bedenin 20. yüzyıldaki yansıması örnekleriyle açıklanıyor. Bununla birlikte I. Dünya Savaşı sırasında yanında vurulan arkadaşının parçalanan bedenini, kendi teninde hisseden bir askerin şu sözleri çarpıcıdır:
“Besleyip baktığımız, özene bezene süslediğimiz insan bedeninin… aslında iğrenç maddelerle dolu dayanıksız bir zarf olduğunu anlamak dehşet vericiydi.”
Bedenin dış dünyaya sergilediği endamının içinde, bir insana iğrenme duygusu veren bunca şey barındırması, Türk mitolojisinde Ülgen’in insanı yaratması mitini hatırlatıyor.
Tanrı Ülgen, insanı topraktan şekillendirmiş ancak onu canlandırmadan Cennet’e bırakmıştı; biraz işi vardı ve insan üzerinde iyice düşünerek karar vermek istiyordu. Çamurdan yarattığı insanı, Erlik (Şeytan) gelip zarar vermesin diye de o günlerde tüyleri olmayan çıplak köpeğe emanet etmişti. Köpek hırlayıp havlayacak Şeytan’ı yaklaştırmayacaktı. Durumu anlayan Erlik, insana yaklaşabilmek için köpeği kandırmaya karar vermişti. Tanrı Ülgen’in emriyle havlayıp hırlayan köpeğe çıplaklığını hatırlatmış ve ona güzel tüylerden oluşan bir kürk vermeyi vaat ederek onu kandırmıştı. Köpek verilen hediyeyi görünce sesini kesmiş Erlik’in insana yaklaşmasına izin vermişti. Erlik, Ülgen’in şekillendirdiği bu çamur parçasını küçümseyerek baktıktan sonra her yerine tükürerek kirletmişti. Tanrı Ülgen, gelip Erlik’in yaptıklarını görünce köpeğe nankörlüğü nedeniyle kızmış ve onu insanın hizmetine mahkûmiyetle cezalandırmıştı. Erlik’in salyalarını bulaştırdığı insanı ise ne yaptıysa bir türlü temizleyemeyen Ülgen, onu içini dışına gelecek şekilde ters çevirmek zorunda kalmıştı. Böylelikle Erlik’in (Şeytan) salgıları insanın içine geçmişti. Bu salyalar insanın günahla olan imtihanı olacaktı.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (11 Ekim 2013)