Söyleşi: Can Öktemer
Prof. Dr. Onur Bilge Kula‘nın titizlikle hazırladığı ‘Doğu’dan Batı’ya Aydınlanma’ ve ‘Türkiye’de Aydınlanma ve Atatürk Devrimleri’ adlı kitapları geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Prof. Dr. Onur Bilge Kula, çalışmasının ilk cildinde Türkiye’de Aydınlanmanın tarihine ışık tutuyor. Kitabın ikinci cildinde ise Kula, Aydınlanmanın ilk olarak nasıl başladığını, hangi değerler üzerine kurulduğunu inceliyor; doğu toplumlarıyla, batı toplumlarının bilgi alışverişini ve birbirlerini düşünce anlamında nasıl etkilediklerini ele alıyor. Prof. Dr. Onur Bilge Kula’yla son çalışmaları üzerine konuştuk.
Türkiye’de Aydınlanma ve Atatürk Devrimleri, Doğu’dan Batı’ya Aydınlanma isimli kitaplarınız geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Hem Türkiye’de hem de Batı’da Aydınlanmanın tarihsel sürecini titizlikle ele alıyorsunuz. Bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Türkiye’de ve dünyada Aydınlanma birikimi ya da sorunsalıyla yaklaşık yirmi yıldan bu yana ilgileniyorum. Bazı filozofların Aydınlanmaya ilişkin yazıları ve yapıtlarını irdeledim; ilerici, eleştirel istemleri içeren toplumsal devinimlerin aydınlanmacı birikimlerine ilişkin yazılar yazdım; bunları toparladım. Son yıllarda Türkiye’de Aydınlanma tartışmasının, daha doğrusu böyle bir tartışmanın olmaması ve Aydınlanma birikimine ilişkin bilgi yetersizliği, beni bu kitabı bir an önce yayımlamaya yöneltti. Bu bağlamda değerli şair, bilimci ve ödünsüz aydınlanmacı Prof. Dr. Ataol Behramoğlu’nun özendirici tavrını özellikle anmak isterim.
Kitabınızda aydınlanmanın başlangıcını Anadolu Helen kültürü ve 11. yüzyıl İslam kültürü ve o kültürün içerisinde doğmuş İbn Sina olduğunu ve burada oluşan bilim, kültür ve Aydınlanmanın zaman içerisinde Avrupa’ya ulaştığını belirtiyorsunuz. Bu bağlamda Aydınlanma açısından bu iki coğrafya arasında nasıl bir etkileşim ve kültürel alışveriş olmuştur?
Her kültürel-düşünsel oluşum gibi, Avrupa aydınlanmasının kökeni olan Anadolu- Helen felsefe birikimi de bu topraklarda geliştirilen eleştirel düşünme ve ilerleme uğraşlarının etkileşimiyle belirginleşmiştir. Mezopotamya’yı da kapsayan Anadolu, on birinci yüzyılın ilk yarısında İbn Sina gibi bir filozof çıkarmıştır. İbn Sina ‘ilk öğretmen’ diye nitelendirdiği Aristoteles ve Anadolu-Helen felsefesini genişletici ve bireşimleyici yorumuyla dünyanın edinimine sunmuştur. Özünde bir bölgede ya da ülkede geliştirilen eleştirel düşünce birikimi, ilkin geliştirildiği toprakların öz gücünün ürünüdür; ancak hiçbir ülke ve kültür salt kendi öz gücüyle yetinerek dünya ölçeğinde geçerli bir felsefi devinim ve birikim yaratamaz. Her ülke ve kültür gelişmek için, dünyaya açılmak ve dünya denli büyümek zorundadır. Bu bakımdan, Anadolu ve onun uzantısı olan Avrupa her zaman etkileşim içinde olmuştur.
Yine kitabınızda bahsettiğiniz gibi, İbn Sina’nın görüşleri ve ürettikleri Avrupalı birçok filozofu derinden etkilemiştir. Bu bağlamda Avrupalı filozoflar açısından İbn Sina’yı önemli ve farklı kılan neydi?
Ortaçağ aydınlanmasında belirleyici bir dönüm noktası olan İbn Sina’nın düşünceyi ve bilinci çoğullaştırması, toleransı boyutlandırması, bilimselliği ve dünyasallığı öne çıkarması, bütün Avrupa düşüncesini, dolayısıyla da filozoflarını derinden etkilemiştir. İbn Sina’nın sanata, özellikle de müzik sanatına yönelmesi ve bu sanata ilişkin kavramları oluşturması, önemli filozofları kendisine hayran bırakmıştır. İbn Sina, başta Hegel olmak üzere, bütün önemli Batılı filozoflarca ‘yorumcu’ olarak adlandırılır. Örneğin, yirminci yüzyılın önde gelen filozofu ve ‘insancıl sosyalizmin’ kuramcısı Ernst Bloch, ‘İbn Sina ve Aristotelesçi Sol’ adlı kitabıyla İbn Sina’yı anıtlaştırmıştır.
Doğu ve İslam coğrafyası bir zamanlar İbn Sina gibi önemli düşünürler ve bilim insanları çıkarmasına rağmen, günümüzde bambaşka bir kültürel atmosfer ve gerileme içerisine düşmüş görünüyorlar. Bu noktada Doğu toplumların ilerlemeciliğinin krize girmesinin sebebi neydi sizce?
Kanımca, Doğu toplumlarının tarihsel ilerleme sürecinden kopması, eleştirel düşünmenin, tolerans ve çoğulculuğun bastırılması, dünyaya kapanma ile açıklanabilir. ‘Doğu’dan Batı’ya Aydınlanma’ ve ‘Türkiye’de Aydınlanma ve Atatürk Devrimleri’ kitaplarımda her türlü düşünsel gelişmenin ve toplumsal ilerlemenin başlıca kaynağının, bilimsel düşünme ve özgürlük olduğunu vurguladım. Bilimsel düşünme özgürleştirir. Özgürlük ise, hem bilimin gelişmesinin, hem de insanın insanlaşmasının ve toplumun insancılaşmasının önkoşuludur. Namık Kemal’in şu sözü unutulmamalıdır: “Ne zaman bir özgürlük çığlığı duyulsa, o zaman insanlaşabiliriz.” Buna Mehmet Akif’in “özgürlüğün sığınağı en temiz vicdanlardır” ve “Bilim ve sanatın ulusu yoktur” sözlerini de ekleyebiliriz.
Kitabınızda “Aydınlanma her koşul altında ve her yerde öteki yüzü olan karanlıklaşma, bir başka deyişle, karşıt Aydınlanma ile birlikte düşünülmek zorundadır” diyorsunuz. Bu bağlamda Aydınlanmanın karanlık yüzü nedir, bunu biraz açabilir misiniz?
Bu belirleme, Aydınlanmanın diyalektiğini ortaya koyar. Doğada, toplumda ve kültürde her şey, karşıtını da içerir. Bu ilke, özellikle Aydınlanma için geçerlidir. Türkiye aydınlanmasına bakıldığında, her aydınlanmacı girişim, kıyımlarla bastırılmıştır. Pir Sultan Abdal ve Şeyh Bedreddin devinimleri bu kapsamda anılabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yirmi yılı olağanüstü ve gurur verici bir Aydınlanma devinimidir. Ancak bu görkemli Aydınlanma girişimi, yine Aydınlanma karşıtlarınca etkisizleştirilmek istenmiştir. Köy Enstitülerinin CHP tarafından kurulması ve yine bu parti tarafından kapatılması, buna örnek gösterilebilir. Aydınlanma bitimsiz bir süreçtir; çünkü insanın insanlaşması sanıldığı denli kolay değildir.
Biraz da Avrupa merkezci bir tutum sebebiyle Aydınlanmanın Avrupa’da başladığına dair anakronik bir tarih yazımı söz konusu. Halbuki, sizin de kitabınızda belirttiğiniz gibi, 11. yüzyılda Anadolu’da bilim ve kültür alanında bir üretim mevcut. Siz bu durum için ne demek istersiniz?
Anadolu on beşinci yüzyılın ortalarına değin düşünsel ve yazınsal Aydınlanma bakımından Avrupa’nın çok önündedir; ancak bu tarihten sonra yaklaşık on dokuzuncu yüzyılın başına değin özellikle düşünsel Aydınlanma bakımından duraklama, hatta gerileme sürecine girmiştir. Buna karşın, Avrupa tam da bu zaman dilimi içinde görkemli bir Aydınlanma atılımı gerçekleştirmiştir. Bunun nedenlerini yukarıda belirtmeye çalıştım.
Bilindiği üzere son dönemde yükselen sağ popülist milliyetçi bir söylem var. Bu noktada Aydınlanmanın çoğulcu ve ilerlemeci özünün bir krize girdiğini söyleyebilir miyiz?
Bunalıma giren ya da durağanlaşan Aydınlanma devinimi değil, bireyin ve toplumun kendisini aydınlatma istenci ve bilincidir. Elbette dünyada ve Türkiye’de sağ popülist, dinci ve milliyetçi anlayış öne çıkmaktadır ve insanlığın ilerlemesini, uygarlaşmasını engellemektedir. ‘Başka olanı’ tehlike olarak gösteren bu dar görüşlü ve insan düşmanı anlayış, yine eleştirel ve öz eleştirel Aydınlanmanın güçlenmesiyle etkisizleştirilebilir. Dediğim gibi, düşünümsel ya da öz eleştirel Aydınlanma yavaşlatılabilir; durağanlaştırılabilir; ancak asla tümüyle yok edilemez; çünkü İbn Sina, İbn Rüşt, Yunus Emre, Şeyh Bedreddin, Bruno, Descartes, Kant, Marx gibi aydınlanmak isteyen tek bir insanın etkenleşmesi bile Aydınlanmayı canlandırabilir.
Modernliğin, Aydınlanmanın bir getirisi olan ilerlemenin iyimserliğinin gerilediği, kimsenin hakikatle ilgilenmediği artık hayatımızın bir gerçeği olmaya başlayan bir “post-truth” döneminden geçiyoruz. Siz nasıl yorumluyorsunuz bu çağın ruh halini?
Elbette kavramların içerikleri değişir, gelişir, boyutlanır. Bu görmezden gelinemez; ama ilerleme, bireyin özgürleşmesi ve özerkleşmesi, bilimin ve eleştirel aklın başatlaşması anlamında öz-eleştirel Aydınlanma her durumda ve ülkede değişik yoğunluklarda varlığını sürdürür. Öte yandan, Aydınlanma kavramı da belirsizleştirilebilir; araçsallaştırılabilir. Bu nedenle, ben ısrarla eleştirel ve öz-eleştirel Aydınlanma kavramını kullanıyorum. Hakikat kavramı da bu kapsamda değerlendirilebilir. Yüz yıl demeyim, ama son on yıl, neredeyse bütün dünyada dincilik ve milliyetçilik karışımı sağ popülizmin yaygınlaştığı bir dönemdir. Bu dönemi “hakikat ötesi” anlatımıyla nitelendirmenin pek tutarlı bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum.
Çalışmanızın 1. cildinde Türkiye’nin Aydınlanma hareketini detaylı bir şekilde ele alıyorsunuz. Türkiye’nin Aydınlanma hareketinin hangi temel niteliklere dayanmaktadır?
Türkiye aydınlanmasını üç ana çizgide irdelemeye çalıştım. Birincisi, yazınsal Aydınlanma geleneğidir. Ahmet Yesevi’den başlayıp, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Nesimi, Karacaoğlan, Âşık Veysel’e değin uzanan halk edebiyatının yanı sıra Tevfik Fikret, Namık Kemal, Mehmet Akif ve Nazım Hikmet’te doruklaşan bu gelenek, Türkiye aydınlanmasının en güçlü ve sürekli kaynağıdır. Yazınsal Aydınlanma her gün biraz daha güçlenerek ve boyutlanarak sürmektedir. Bu gelenek çizgisi, Aydınlanmanın geleceği bakımından umut vericidir.
İkincisi, düşünsel Aydınlanma birikimidir. Ahi Evren, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Şeyh Bedreddin’i kapsayan iki yüzyıl elli yıllık dönem görkemli ve umut vericidir; ancak bu gelenek çizgisi, zayıf ve kopuktur; çünkü Anadolu, on beşinci – on dokuzuncu yüzyıllar arasında dişe dokunur ve dünyada tartışılabilir bir düşünce ve düşünür çıkaramamıştır. On dokuzuncu yüz yıldan sonra da Batı’yla yarışabilen bir filozof yoktur ve bu durum bu ne yazık ki bu günde sürmektedir.
Üçüncüsü, eğitsel Aydınlanma geleneğidir. Cumhuriyet’in ilk yirmi yılında Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç gibi Aydınlanma felsefesini benimseyen ve edimselleştiren önemli aydınlanmacıların katkılarıyla belirginleşen bu gelenek sürdürülememiştir. Bugün eğitsel Aydınlanmadan değil, ancak kararmadan söz edilebilir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Aydınlanma ve kültürel ilerlemeciliğe dayalı birçok adımın atıldığını görüyoruz. Bu adımların ilerleyen yıllarda benzer bir istek ve arzuyla devam ettirilmediğine dair eleştiriler var? Siz bu konuda ne demek istersiniz?
Yukarıda da vurguladığım gibi, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde ve ilkeli katkısıyla belirginleşen Cumhuriyet aydınlanması sürdürülememiştir. Günümüzde Aydınlanma kadın-erkek eşitliği, ifade özgürlüğü, akademik özgürlük, insan haklarında eşitlik, her türlü ayrımcılığın aşılması, başta emek sömürüsü olmak üzere, insanın her türlü araçsallaştırılmasının ortadan kaldırılmasıyla olanaklı olabilir. Türkiye’de siyasal partiler, üniversiteler ve sivil toplum örgütlenmesi böyle bir Aydınlanmayı gerçekleştirecek durumda değildir. Ben, Türkiye Aydınlanması açısından yalnızca yazınsal Aydınlanmadan umutluyum.
edebiyathaber.net (29 Haziran 2018)