Tuğçe Isıyel, yazılarını yıllardır beğeni ile takip ettiğim yazarlardan biri. Klinik psikolog ve psikoterapist olarak sadece psikoloji alanında değil, başta edebiyat olmak üzere birçok farklı disiplinde edindiği birikimi de yansıttığı yazılarının yanı sıra hem edebiyat hem de psikoloji alanındaki birçok kitaba katkı vermiş bir yazar. İlk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık Ocak ayında yayımlandı.
Kitap, Isıyel’in gazete ve dergilerde yayınlanmış yazıları ile daha önce hiç yayınlanmamış yazılarından oluşan bir derleme. Yazılarını takip edenler bilir; mesleki deneyimini edebiyattan fotoğrafa, mimariden sinemaya sanatın farklı alanları ile buluşturduğu bu yazılarda, günlük yaşamımıza ya da içsel dünyamıza dair aklınıza ne gelirse karşılaşabilirsiniz. Bazı yazılar ve yazarlar ilaç gibidir, okuduğunuzda kendinizi iyi hissedersiniz, kafanıza takılan sorulara ve sorunlara karşılık bulursunuz, yeni bir bakış açısı edinirsiniz. Bu yazılar böyledir. Bence Isıyel’in her yazısı ile bir parça terapi de almış olursunuz.
Çok farklı konuları ele alan yazıların derlenmesi nedeni ile oldukça zengin bir içeriğe sahip Ya Hiç Karşılaşmasaydık. İlişkiler, toplumsal roller, dostluklar, depresyon, mutluluk, ayrılıklar, birliktelikler, doğa, hayvanlar, yeme alışkanlıkları, ev halleri, özetle yaşamımızın bir parçası olan ne varsa karşınıza çıkabilir bu kitapta. Kitabın asıl odağı ise insanın kendisi. Kitapta yer alan her yazı ile bize kendimizle karşılaşmamıza yarayacak yollar sunuluyor. Hayatımızın rotasını karşılaşmaların ya da teğet geçmelerin, seçimlerimizin ya da vazgeçişlerimizin çizdiğini söyleyen Isıyel, karşılaşmalara izin verin, çünkü hayat o zaman değişmeye başlar diyerek başlıyor kitabına. Ve ekliyor:
“Hayat karşılaşmalardan ibaretse, bu karşılaşmaların iyiliği veya kötülüğü üzerinde değil, her karşılaşmanın deneyimsel zenginliği ve dönüştürücülüğü üzerinde durmayı kıymetli buluyorum. Çünkü hayatı yaratıcı bir sürece dönüştürmek ancak bu şekilde mümkün.”
Yaşamda en zorlandığınız şey nedir? Ve neden?
Yaşamı zorlaştıran en büyük etken insanın kendisi. İçinden çıkılamayacak sandığımız çaresizliklerin büyük bölümünün çıkışının olabileceği, olumsuz anlamlar yüklediğimiz olayların ve olguların başka bir pencereden baktığımızda hayatımıza kattıklarını görebileceğimiz anlatılıyor kitapta. Bu yazıların en güzel yanı kendinizi yakın hissettiğiniz birini dinler gibi hissetmenizi sağlaması. Ben bilirimci, üstten bir anlatım yok. Sizden biriyim diyen yazılar bunlar. Benim de yaralarım var, yoksa sizi nasıl anlayabilirim, diyen yazılar. Hayatın basit formülleri ya da hap şeklinde çözümler de sunulmuyor. Zaten “hayatın genel anlamı diye bir şey olmadığı, her hayatın kendine özgü bir anlamı olduğu” belirtiliyor.
Kitaptaki en sevdiğim yazılardan biri “Psikologlar da Ağlar”; başımıza her ne gelirse gelsin başkalarının da benzer şeyler yaşayabileceği, güzel zamanlar kadar kötü zamanların yaşanmasının da doğal olduğu anlatılırken, kısa bir öykü tadında bulduğum yazıda Isıyel okuruna biraz daha yakınlaşıyor çünkü okuru ile dertleşme hakkını kullanıyor biraz da. Bu kapsamda, kitaptaki birçok yazıda okuruna diyor ki; insanın mutsuz olma hakkı vardır, depresyona girebilir, bir şeylere kızabilir, küsebilir, kontrolünüzü kaybedebilirsiniz, yenilebilir, her şeyinizi kaybedebilirsiniz, üzülebilir, acı çekebilirsiniz. Tüm bunlara hakkınız var, diyor. İnsanız, makine değiliz. Hayat tüm bunlarla birlikte var, bildiklerimiz kadar bilmediklerimizle, kabul ettiklerimiz kadar kabullenemediklerimizle var ve bu bütün sayesinde güzel. Önemli olan tüm bu karşılaşmalardan ne kazandığımız, tüm bunları neye dönüştürdüğümüz… Bir yazının sadece başlığı bile ne çok şey anlatıyor: “Hastalık da Şifaya Dahil”
Çeşitli nedenlerle, örneğin genel kabul gördüğü için, alıştığımız için, bize hep doğru olduğu söylendiği için farkında olmadan benliğimizin bir parçası olan birçok davranışın aslında yaşamı nasıl zora soktuğunu ve bizi nasıl mutsuz ettiğini fark ediyoruz bu yazılarda. Birilerini ya da bir şeyleri kutsallaştırmak. İlişkilerimiz dahil her şeyin en iyi olmasına çabalamak. Yaşamın hızına yetişmeye çalışmak. Ayrılmayı ve yas tutmayı bilmemek. İlişkilerimizden ve sahip olduklarımızdan kopmamız gereken zamanda kopamamak. Boşlukları, eksikleri, belirsizlikleri, yalnızlıkları, suskuları sürekli tamamlama çabası ile geçen hayatlarımız. “Sessizliğe tahammül edebilmek, en temelinde kendimize tahammül edebilmekten geçiyor gibi gelir bana.” diyor Tuğçe Isıyel. Başka bir yazıda ise “İlişki, iki tamdan oluşur.” diyor.
Hele ki başkalarının tanımları üzerinden yaşamın amacına dönüşen, mutluluk ve başarıya endekslenen yaşamlarımız. “Bana öyle geliyor ki yaşam sadece mutlu hissetmekten çok daha ötesini hak ediyor.” derken ne kadar haklı değil mi?
Hayatımızda önemsiz ve sıradan gördüğümüz şeylerin ne kadar önemli olduğunu da fark ediyoruz bu yazılarda. Mutfakla olan ilişkimiz mesela. Hangi yemekleri seçtiğimiz, yemeği nasıl yaptığımız ve tükettiğimiz, buzdolabındaki düzene ne kadar özen gösterdiğimiz, aslında karakterimiz, kişiliğimiz, yaşamda nasıl bir duruşumuz olduğunun göstergesi.
Kitabın birçok yerinde gülümsüyorum. Karpuz ve lahananın tek başına kurulan bir sofrada bizi pişman edebileceğini söylediği satırlarda mesela. Isıyel’in yazılarının genel özelliklerinden biri de çok ince bir ironi barındırması. Düşündürdüğü, yüzleştirdiği, yaralarımızı sağalttığı kadar gülümseten yazılar bunlar…
Değişen dünyanın yaşamlarımıza getirdiği kolaylıklar kadar zorluklar da var. En büyük zorluk bizi hem dışımızdaki doğadan hem de kendi doğamızdan uzaklaştıran değişimler. Cep telefonlarımıza yapışık yaşamamız gibi. İletişim ve ilişkilerin ekranların üzerinden hızla tüketildiği bir dünyadayız artık. Diğer yandan birçok şey öyle garip biçimde dönüştü ki, basit ve sade yaşamayı öngören öğretiler, çeşit çeşit terapi ve kişisel gelişim yöntemleri dünya çapında ticari bir sektöre dönüşürken yaşamımızı daha karmaşık ve çözümsüz yerlere sürükleyebiliyor bugün. Isıyel’in kitapta eleştirdiği birkaç konudan bazıları bunlar.
Genel olarak kitabın en çok üzerinde durduğu konu ilişkiler. Kendimize yakınlaşmakta daha çok zorlandığımız bugünün dünyasında, karşımızdakine nasıl yakınlaşacağız? Bu kapsamda ele alınan kavramlardan biri ilişkide şeffaflık. İlişkilerimizde her şeyi bilmemiz, her şeyden haberdar olmamız gerekiyormuş gibi yaşamak neden, ilişkide şeffaflık dediğimiz şey neye hizmet ediyor aslında? Bunları sorguladığı bir yazısında şöyle diyor Isıyel;
“Benim ‘iyi ilişki’ diye nitelendirdiğim şey, insanın bazı isteklerinin yanıtsız kalmasına, yaşanan belirsizliklere tahammül edebilme, karşımızdakine dair her şeyi bil(e)meme durumunu kabullenme gücüdür.”
Bir başka yazı sezginin önemine dikkat çekiyor. Sezgi ve paranoya arasında sürüklenip giden iç dünyalarımızı anlatıyor. Sezgi yaşamsal önemde bir ihtiyaç insan için.
“Kendi doğasıyla ilişki kuramayan dışarıdaki doğayla da ilişki kuramaz ve böylelikle doğanın bilgisini de kullanamaz. Halbuki en büyük sezgi kaynağı doğanın kendisidir.”
Doğa ve hayvanların hem en iyi öğretici, hem iyi birer terapist, içsel yolculuklarımızın en iyi yol göstereni olduğunu anlattığı yazısı Kedili Hayat Öğretisi, kitabın en özel yazısı bence. Bir başka yazıda ise ağaçlardan neler öğrenebileceğimiz, ağaçların yaşamımıza neler katabileceği anlatılıyor.
Peki ya konusu balkon olan bir yazıya ne dersiniz? Yeni dünya düzeninde yavaş yavaş eksilen balkonlardan yola çıkıp, bu dünyanın bizden eksilttikleri öyle güzel anlatılıyor ki.
En sevdiğim yazılardan birinin başlığı: ““Edebiya(t)erapi” Mümkün mü?”. Başlığı gördüğüm anda “kesinlikle evet!” dedim. Hemen bir sürü isim geldi aklıma: John Berger, Ursula K. Leguin, Milan Kundera, Murathan Mungan, Mine Söğüt, Bilge Karasu, küçük İskender, ve daha nice isim, sadece en sevdiğim yazarlar değil, ne zaman dara düşsem en yakın dostlarım oldukları kadar en iyi terapistlerim. Sadece bu yazıda değil, kitapta pek çok yerde, psikoterapi ile edebiyatın doğasındaki yakınlığa sık sık değiniliyor.
Ya Hiç Karşılaşmasaydık’ın sayfalarından ellerim kollarım dolu dolu çıkıyorum. Ama “özen” kelimesi her şeyin önüne geçiyor kitabı tamamlarken. Yaşama, kendimize, ilişkilerimize, her şeye özen göstermek, özenle yaklaşmak meselesinin altı kalın çizgilerle çiziliyor zihnimde. Yani bir şiir gibi yaşamak. Ya Hiç Karşılaşmasaydık, o şiiri nasıl yazabileceğimize dair bir yol gösterici olabilir bence.
“Karşılaşmalar sürdükçe başlangıçlar da hep kaçınılmaz olacaktır.” diyerek sonlanıyor kitap.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (18 Şubat 2020)