Söyleşi: Aynur Kulak
Raşel Meseri ile gerçek olaylara dayanan biyografik yeni romanı Elsa Niego’nun Cenaze Alayı odağında gerçekleştirdiğimiz söyleşi sarsıcı ayrıntılarıyla önemli bir söyleşi. 1927 yılında Elsa Niego’nun İstanbul Bankalar Caddesi’nde öldürülmesi ve cenazesinin saatlerce kaldırılmaması üzerine, azınlık olma, kadın olma, toplumsal refleksler ve yaşanan travmalara dair çok önemli ayrıntılar barındıran romanı için; “Diğer romanlarıma kıyasla daha zordu benim için Elsa Niego’nun hikâyesini işlemek. Yaşanmış bir olayı anlatacaktım, yaşamadığım bir döneme gidecektim ve sizin de söylediğiniz üzere arka planında ağır toplumsal ve kültürel bir bagaj taşıyordu konu. (…) Sadece kişisel bir trajedi anlatmak değil, ulus devletleşme sürecinin belirli bir anında deneyimlenen baskı ve şiddet mekanizmalarının içinde gerçekleşen bir olayı anlatabilmekti amacım.” diyen Raşel Meseri söyleşimiz için buyurun lütfen.
Biyografinizden yola çıkarak başlatmak istiyorum sohbetimizi. Sinema-TV mezunusunuz, edebiyatla hep ilgilisiniz, hatta aslında çocuk kitapları ve kurmaca dışı kitaplarınız var, resim sanatıyla da ilgileniyorsunuz. Farklı disiplinler fakat ortak bileşen sanat ve bu yolla ifadesini bulan eserleriniz var. Bu sanat bağları nasıl gelişti, sizce ifadesini nasıl buldu, sohbetimize bu noktadan başlarsak ne söylemek istersiniz?
Kültürel üretim yapan birçok kişi kanımca farklı kulvarlarda at koşturmayı seviyor; ben de onlardan biriyim sanırım. Kendimi bildim bileli resim ve yazıyla ilgilendim. Gözlem yapma itkimle, hep kısa bir zaman kesiti içine sığan anları, renkleri, ışık gölgeleri, hiçbir şey değişmiyor gibi görünse de sürekli devinen toplumsal ve kişisel dinamiklerin peşine düştüm. Bu eğilim zamanla başka bir evreye taşınıyor, üretim yapmaya iteliyor kişiyi. Hemen öyle büyük adımlarla değil tabii. Herkesin hikâyesinde onun için büyük dünya için küçük anlar vardır herhalde. Benim için de ortaokulda bir arkadaşın “senin ağzın iyi laf yapar, sevgilime benim adıma bir mektup yazsana” demesi, kelimelerin gücünü, yazmadan duramayacağını hissetmenin belki de ilk adımı oldu belki de. Veya sokakta bulduğum bir kontrplak parçasına okuldan kalma uyduruk boyalarla resim yapmaya kalkışmam, veya ilk fotoğraf kamerasına kavuşmanın coşkusuyla gazeteci/fotoğrafçı veya sinemacı olma hayallerinin belirivermesi…
Elsa Niego’nun Cenaze Alayı romanınızla ilgili ilk konuşmak istediğim, romanda bahsi geçen olayın 1927 yılında İstanbul Bankalar Caddesi’nde gerçekten yaşanmış olması. Kurgu dışı kitaplarda bu olaya tüm yönleriyle yer veriliyor ama ilk defa siz bir roman olarak ele alıyorsunuz öyle değil mi?
Haklısınız. Neredeyse yüz yıl önce yaşanmış bu olayın kaydını ilk düşenler, azınlık çalışmalarında değerli araştırmalar yapmış olan Rıfat Bali ve Avner Levi. Yayınladıkları kitaplar ve makaleler olmasa Elsa Niego’nun öldürülmesi ve ardından vuku bulan olaylar belki de unutulup gidecekti. Konuyu hatırlatan, Tarih Vakfı’nın dergisi Toplumsal Tarih ya da Bianet gibi birçok yayın organının da katkısı yadsınamaz. Belki de böylece birçok anlam katmanına sahip bu olay, tarihçilerin, araştırmacıların ve hatta azınlık ve kadın hakları savunucularının radarına girdi. Sanırım Elsa Niego’nun hikâyesinde beni çarpan ve hakkında roman yazma arzusu yaratan itkiler bu katmanların bir aradalığı, kesişimi. Ayrıca tarihsel bir olaydan yola çıkarak kurgusal bir metin oluşturmak, bildiklerimizi yorumlamak, bilmediklerimizi kurmacanın gücüyle doldurmaya çalışmak heyecan verici bir denemeydi benim için.
Tabii ki yıllardır bildiğiniz bir olaydı Elsa’nın başına gelenler fakat ilk ne zaman ve nasıl bir roman yazma düşüncesi kafanızda oluştu?
Dürüstçe söylemem gerekirse kitabı yazmaya karar vermeden kısa zaman önce öğrendim Elsa Niego’nun başına gelenleri. O dönemde yeni bir romana başlamıştım, kafam onunla meşguldü. Bir gün Elsa üstüne bir makaleye denk geldim ve okuduklarım karşısında çarpıldım. Aynı gün Elsa üstüne yazılmış birçok makaleyi peş peşe okudum. Bu konudan kopamayacağımı ve onu anlatacağım bir romana bilinçsizce sürüklenmekte olduğumu anladım. Kısa bir süre içinde masamın üstü konuyla ilişkili olabilecek kitaplarla kaplanmıştı. O dönemde bir İstanbul ziyareti esnasında, Galata’da Bankalar Caddesi’nden inerken 1920’lerde yürüyor, Elsa’nın gençliğine ve katline tanık oluyor, bir gösteriye dönüşen cenaze alayının kalabalığının içinde süzülüyor gibi hissetmiştim. Hemen ardından, Elsa’nın mezarının olduğu Arnavutköy Yahudi Mezarlığı’nı ziyarete gittim. Artık Elsa benimle yaşayan bir varlıktı.
Hikâyenin birçok cephesi ve boyutu var. Bir kadının güpegündüz sokakta bıçaklanmasından tutalım da, Yahudi kimliği, katilin nüfuslu olmasından tutalım da, Elsa’dan 30 yaş büyük olması ve olayın en trajik, travmatik yanının Elsa’nın cenazesinin üstünün örtülmemesi ve bulunduğu yerden saatlerce kaldırılmaması. Tüm bu ayrıntılarıyla mı ele almak istediniz olayı yoksa belli odak noktaları oluşturdunuz mu kendinize?
Siz de yazarsınız, belki sizin için de geçerlidir bu; bir konu hakkında yazmaya karar verdiğimde hikâye zihnimde önce limon suyuyla yazılır sanki benim. Okunaklı hale gelebilmesi için ışığa tutulması gerekir. Bu süre zarfında satırların bir kısmı çoktan silinir, kaybolur. Bu esasen bana velut bir süreç gibi gelir; ilk akla gelenlerin, bulunan ilk çözümlerin birçoğunun silikleşmesi ve ilk andaki kadar parlak bulunmaması aslında olumludur. Yeni kurgu biçimleri üstüne düşünülmeye başlanır. Eskinin yeniyle, içgüdünün mantıkla çatıştığı, mücadele ettiği, bazen de kavgaya tutuştuğu şanslı bir süreçtir bu. Bu kavgayı taraf olmadan izlemeye çalışmak sanıyorum ki bana iyi geliyor. Bu kitapta da böyle bir süreç yaşadım. Diğer romanlarıma kıyasla daha zordu benim için Elsa Niego’nun hikâyesini işlemek. Yaşanmış bir olayı anlatacaktım, yaşamadığım bir döneme gidecektim ve sizin de söylediğiniz üzere arka planında ağır toplumsal ve kültürel bir bagaj taşıyordu konu. Bu bagajı anlayabilmek ve metne yedirebilmek için birçok alanda kendimi besleyecek yoğun bir araştırma yapmalıydım. Sadece kişisel bir trajedi anlatmak değil, ulus devletleşme sürecinin belirli bir anında deneyimlenen baskı ve şiddet mekanizmalarının içinde gerçekleşen bir olayı anlatabilmekti amacım.
Sizinle “azınlık olma” kavramını, sadece kavramını değil, hissiyatını, yaşama yansımasını, günlük yaşama etkisini de konuşmak istiyorum. Azınlık ne demek? Sadece Yahudi de değil, Ermeni, Süryani vb tüm azınlık olarak nitelendirilen kimlikler adına konuşmak istiyorum. Bir türlü kırılamayan, normların dışına çıkılamayan bir şeyler var, öyle değil mi?
Evvel ezel Anadolu toprakları hep mümbit olmuş; çeşitli halklar buralardan gelmiş geçmişler, bazen de kök salmışlar. Arkeolojik kalıntılar bu hikâyelerin bir çoğunu anlatıyor. Milattan önceye tarihli ve hâlâ kalıntılarını gezebileceğimiz Sart harabeleri Anadolu’da yaşamış Yahudilerin varlığını kanıtlar nitelikte. Romanyot adı verilen Bizanslı Yahudiler, 16. yüzyılda Osmanlı yönetimi esnasında çoğunlukla İspanya’dan gelen Sefarad Yahudileri ile kaynaşıp zamanla asimile olmuşlar mesela. Türkiye’de gittikçe küçülerek varlığını sürdüren Yahudi toplumunun esasen yüzyıllardır bu topraklarda yaşamını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Azınlık olarak nitelendirilen (belki de ‘azınlıklaştırılan’ demek lazım) diğer kesimler gibi Yahudiler için de yüzyıllardır bu coğrafyada yaşıyor olmak asli yerli olarak kabul edilmek için yetmemiş. Sonuçta aidiyetin temel unsurlarından sayılan kimlik, sadece o kesimin kendini nasıl gördüğü üstünden biçimlenmiyor, onlara nasıl bakıldığı da bir o kadar, belki de daha fazla, önemli. Ve evet, azınlık olarak kodlanmak daima bir kırılganlık taşıyor. Evin, dilin güvencesizliği… Sen bizden değilsin, her an vazgeçilebilirsin… Elsa Niego’nun Cenaze Alayı romanında bu güvencesizlik hissini, ‘güvercin tedirginliğini’, bunun yarattığı korku ve isyan duygularının iç içe geçmişliğini işlemeye çalıştım biraz da.
Elsa olayın, hikayenin öznesi. Bir de Zimbul var. Çocuksu bir ruh olarak sokaklarda, evlerde, insanların kalbinde dolaşıyor. Bence hikayenin bir diğer önemli öznesi de Zimbul, ne dersiniz? Hep kafanızda var mıydı böyle bir karakter ve bir yandan da vicdanın sesi olarak da var sanki.
Az önce romanın yazılma sürecinde içimde yaşadığım kavgadan bahsetmiştim. O kavganın büyük bir kısmı öykünün nasıl anlatılacağı, nasıl kurgulanacağı üzerineydi. Kesin olarak bildiğim tek bir şey vardı, o da hikâyeyi sadece geçtiği dönem içinde anlatmak istemediğim. Okuyucunun bir gözü öykünün zamanına bakarken diğer gözünün ise şimdiyi unutmaması ve ona bakmayı ihmal etmemesini sağlamak. Diğer romanlarımda da yapageldiğim bir şey: zaman ile oynamak, zamanın bir yanıyla kesintisiz olduğunu bir yanıyla ise doğrusal olmayan, kademeli ve çoklu bir ilerleyişi olduğunu hissettirmek. Bu nedenle iki anlatıcıya ihtiyaç duydum. Zimbul, Elsa’nın trajik sonunu getiren süreci ve sonrasını üst sesle işbirliği içinde okuyucuya anı anına aktarırken, Zimbul ise günümüzü tek başına anlatacaktı. Bilenler bilir, Zimbul karakteri bir önceki romanım Meskûn Zaman’ın yaşsız iki temel karakterlerinden biri. Bir hayalet gibi bu kitaba da sızdı. Zamanın ruhunun nabzını tutan, tarihe kayıt düşen, gözlemleyen bir vakitsiz ruh.
Olayın geçtiği dönemden ilerleyerek tek bir zaman ölçütü kullanmıyorsunuz. 1927’ye gidiyorsunuz, günümüze geliyorsunuz, eş zamanlı bir hikaye anlatımı ve yazımına ortak ediyorsunuz okuru. Bu bilinçli bir tercih miydi, -güçlü kılacağını düşündünüz belki de hikayeyi- yoksa hikaye yazma esnasında böyle mi gerçekleşti?
Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, Zimbul zaman içinde mekik dokuyabilen, anları birbirine örebilecek veya örülü gibi görünen hikâyeleri parçalama meziyetine malik bir karakter olarak görüyorum Zimbul’u. Yaratmak istediğim parçalı kurgu anlayışına iyi oturduğunu, onu iyi işlettiğini düşünüyorum. Fakat buna karar vermem bir hayli sancılıydı. Meskûn Zaman’ı okumayanlar için Zimbul yerli yerine oturacak mıydı romanda, onu ne kadar anlatmalıydım benzeri soruların cevaplarını yazdıkça yanıtladım. Küt Oynayan Kadınlar romanımla başlattığım Meskûn Zaman’la devam ettirdiğim çok kültürlülük pratiğinin ışık gölge kırılmalarını yansıtma çabası böylece Elsa Niego’nun Cenaze Alayı ile devam etti.
Olayın bir de ana akım medya (Olayı ele alma, aktarma ve algısı adına) yönü ve buradan yola çıkarak politik yönleri de var. Dolayısıyla sadece vicdani boyutuyla veya bir kadının yaşamına mal olmuş haksızlıktan çıkıyor olaylar ve günümüze kadar gelen güncel kadın cinayetlerine kadar yara bir türlü kapanmamış oluyor. Kadın cinayetlerinin dili, dini, ırkı, vicdanı yok, ataerki sistemin işlemesi mevcut durumun özeti diyebilir miyiz?
Haklısınız, tastamam böyle diyebiliriz. Ataerkil yapı içinde kadına yönelik türlü çeşit şiddetin cezalandırılmadığı, daha da ötesi örtük bir biçimde cesaretlendirildiğini her gün tekrar tekrar görüyoruz. Hele etnik, dini, sınıfsal ve ideolojik olarak hesabının sorulmayacağı düşünülen kesimlerdeki kadınlar çok daha güvencesiz durumdalar. Yani Elsa’nın öyküsü bugün yeniden ve yeniden yazılıyor.
Kurgu yazmaya devam edecek misiniz? Bundan sonrası için çalışmalarınız ne yönde olacak?
Elsa’yı yazma sürecim birçok yönden son derece yorucuydu. Araştırma sürecinin yoğunluğunun yanı sıra ara ara duygusal olarak da zorlandığım zamanlar oldu. Özellikle bazı sahneleri yazarken. Yayınevine gittikten ve basıldıktan sonra belki de ilk defa bir süre yazmak gelmedi içimden. Aylin Kuryel ile çekimini tamamladığımız Şehir ve Mesih adlı belgeselin kurgusuyla ilgilenmek bana iyi geldi. Belgeselimiz tamamlanıp birtakım festivallerin yolunu tuttuğuna göre Elsa’yı yazmak için ara verdiğim romana devam edebilir, arada da tekrar resim yapmaya dönebilirim.