Ufkun Öte Yanı, İrem Uzunhasanoğlu’nun ‘Gitme, Gül Yanakların Solar,’ romanından sonra Eylül 2018’de İthaki Yayınları tarafından yayınlanan ikinci romanı. Yazar, ‘Ufkun Öte Yanı’ ile okuru ilk satırından itibaren sağlam bir kurgu ile tutup bırakmadan, nefes aldırmadan dolaştırıp duruyor. Uzunhasanoğlu Ufkun Öte Yanı’nda Semih Gümüş’ün, ‘romanın asıl amacı karakterler yaratmaktır’ sözüne birebir uyarak Refika adında çarpıcı bir karakter yaratmış, bununla da yetinmemiş, Refika ile Hristo adındaki iki karakterin aşkını zihinlere kazımayı başarmıştır. Roman, Refika’nın romanıdır ama satır aralarında Hristo hep ama hep vardır.
Uzunhasanoğlu, Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı’da belirttiği “Her şey her şey ile ilgilidir” cümlesine uyarak her detayı birbirine bağlamış ve ‘Romanda esas mesele roman kahramanlarının karakteri değil dünyalarıdır’ düsturuna uyarak Refika’nın iç dünyasını başından sonuna kadar bizlere başarılı bir şekilde sunmuştur. Uzunhasanoğlu, hikâyesini bir aşk şarkısına dönüştürerek yüreklerimize fısıldamış, sağlam kurgusunu uzun lirik bir aşk destanıyla bizlere sunmuştur.
Kitap peşinde olan romanlar okumuşuzdur. Karakterini gizemli kitap peşine düşürüp, okuru dünyanın farklı coğrafyalarında dolaştırıp duran Amin Maalouf’un ‘Yüzüncü Ad/Baldassare’nin Yolculuğu’, akla ilk gelen romandır. Mazandarâni’nin yazdığı Yüzüncü Ad adlı kitabın peşine düşen Baldassare’nin Marta adında bir kadınla önce yol arkadaşı sonra da sevgili olmasını, Allah’ın doksan dokuz adının dışında bir adın yazıldığı kitabı ararken defterine gün be gün notlarını yazan bir seyyahın kitabını ve başından geçen maceraları okumuştum. Romanda ulvi bir aşk yoktu. Ne ki, Uzunhasanoğlu hikâyesini sadece mistik bir kitabın aranması macerasına sığdırmakla kalmıyor, Refika ile Hristo’nun ulvi aşk hikâyesinin kapısını bizlere aralıyor. Bizleri insanlık tarihinin en temel hatalarından biriyle, hayatın her alanından dışladığımız, doğuran, üreten, eliyle, yüreğiyle hayatın acılarını sağaltan, ötekileştirdiğimiz kadın sorunuyla, daha doğru bir ifadeyle toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunuyla da yüzleştiriyor. Günümüzde hâlâ hem geleneksel toplumlarda hem de metropollerde var olan şifacı kadınlara da bir selam çakıyor.
Uzunhasanoğlu romanında, siyasilerin bazen ‘Bizler çok farklıyız,’ bazen de ‘Bizler düşmanız,’ söylemine Ege’nin iki yakasında yaşanan büyük bir aşkla cevap veriyor. Rum ve Türklerin yaşantılarına, acılarına, aşklarına, ritüellerine dikkat çekiyor romanında. Yani iki ülkenin yöneticilerince söylenenlere kulak asmadan, hayatı esas alan bir bakış açısıyla yaşanmışlıklardan dem vurarak, ‘Bu güzel aşka bakın’ diyor ve efsane olacak türden, iki yakanın çok sayıda gerçek aşk hikâyelerinden birisini bize gösteriyor Uzunhasanoğlu. Doğru olan bu diyor, öfke nefret değil, ötekileştirme değil, kutsal olan Refika ile Hristo’nun aşkı diyor.
Ormanlık bir alanda baygın bir şekilde gözlerini hayatının geri kalanına aralayan Aren’in ‘Ah Refika Hanım, bakın bir kitap yüzünden neler geldi başıma,’ demesiyle romanın kapısından içeri girdiğimizde, kitabın bizi yolculuklara çıkaracağının sinyalini alıyoruz. Genç karakter Aren’in ünlü yazar Refika Hanım’ın asistanı olduğunu, onun evinde çalıştığını, Refika Hanım’ın kedisi Milena’nın tavan arasına gidişiyle, ‘Artık zamanı geldi’ diyerek gizli bir sandukanın açılacağını öğreniyoruz.
Refika Karahisarlı’nın dedesinden kalma evinde sakladığı ve Aren’e verdiği, Aren’in de belirsiz kişiler tarafından kaçırılıp çaldırdığı, kitabın kapağındaki ilk cümle, bizlere tüm dinlerin, öğretilerin kitaplarında yazılı olan, iyilik ve kötülüğün mücadelesinin başlayacağını söylüyor.
“Her kim bu kitabı temiz yürekle tutar, dünya ona İrem bahçelerinden farksız olur. Her kim bu kitabı kararmış yüreğiyle tutar, dünya ona cehennemden farksız olur.”
Bu giriş pasajıyla iyi ve kötünün romanda mücadele edeceğini, Refika ve Aren’in iyi tarafta olduğunu biliyoruz. Peki, kötü/kötüler kimler? Yazar, bizleri meraklandırarak kötüye dair izlerin peşine düşmemizi istiyor. Romanın çok katmanlı ve sağlam bir kurguyla işlenmiş olduğunu görüyoruz. Her satırının şiirsel bir anlatımla akıcı bir şekilde anlatıldığı romanda, gizem, mistisizm ve bilinmeyenler sizi bekliyor. Kitabın gizemli hikâyesini, mucizeleri –İnsanlar mucize görmek ister, yazar Ortadoğu insanını iyi analiz etmiş– ellerinde tutan insanların başlarına gelenleri adım adım öğreniyoruz. Küçük cep kitapta şifreli olarak şifalı kaynakları ve insanlık tarihini etkileyecek mekânların olduğunu, şifrelerin ise günlüklerin yazıldığı başka bir defterde olduğunu, yolumuzun hayli çetrefilli olduğunu anlıyoruz.
Aren, Edebiyat Fakültesi öğrencisi ve yazar adayıdır. Aren, Refika Hanım’a asistanlık yapmanın dışında yazı kursuna gitmekte, yazacağı romanları düşünmektedir. Aren, Refika Hanım’ın evinden çıktıktan sonra kaçırılıyor, ormanlık alana götürülüp mistik kitap kendisinden çalınıyor, birkaç saat sonra da Refika Hanım ölü bulununca ilk şüpheli olarak defalarca polis tarafından sorgulanıyor. İşte buradan itibaren Refika Hanım’ın yeğeni kötü adam Emre Hoca karşımıza çıkıyor. Aren geri dönüşlerle Refika Hanım’la yaptığı sohbetleri okumaya başlıyoruz. Aslında tam da burada Uzunhasanoğlu’na, Refika Hanım’ı romanın ortasında öldürmesinin hata olduğunu söylemek geçiyor içimden. Okudukça bu düşünceden vazgeçiyorum. Çünkü geriye dönüşlerdeki şiirsel geçişler, arayışlar, özlemler, tamamlanmamışlık duygusunun varlığı yazarın kararının yerinde olduğunu gösteriyor.
Yazar, “Eksik kalmak değil midir seni dinç tutan?’ diye sorarak derin bir tartışmayı aralıyor bize. Değil mi ki eksik olanı ancak başka bir eksik tamamlar. Aren, depresif ruh haliyle kendi içindeki eksikliği, kız arkadaşı Elif ile yakalayamadığı ritmi, başka bir eksik olarak yaşayıp ölmüş Refika Hanım’ın hikâyesini tamamlamaya çalışarak kendi eksikliğini tamamlamaya çalışır.
Adorno, Minima Moralia adlı eserinde, “İnsani olanla öykünme arasında zorunlu bir bağ vardır. Bir insan ancak başka insanlara öykünerek insan haline gelir,’ derken insanlık tarihinde örnek alınan kişilere gönderme yaparak, yanlış yapmamızın önüne nasıl geçeceğimizin örneğini verir. Aren, Refika Hanım’a öykünerek eksikliği gidermeye, eksik insandan, tamlık duygusunu yakalamaya doğru bir yola koyulur. Düşünürler, kimse eksikliğini tamamlayamaz, asıl kazanım yoldaki arayışlardır, der. Aren, Şükrü Erbaş’ın ‘İnsanın acısını, ancak insan alır,’ sözünü yolunda kendisine katık yapar.
E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı’nın, Alacakaranlık Düşünürleri adlı bölümünde, “Roma sokakları, ellerinde farklı ‘mutluluk’ reçeteleriyle dolaşan, devasız genel bir bıkkınlığa şifa bulmak için felsefenin çeperinde ortaya çıkmış uzmanlarla doluydu. Ama tedavi usullerinde mitoloji ve hikâyeler noksandı,” demektedir. Uzunhasanoğlu, bizlere, sanki bu cümleyi okumuşçasına mistik bir hikâye anlatıp, tedavi yönteminin saflık, temizlik ve sevgi olduğunu gösteriyor.
Romanın savruk bir dili yok, karakterler çok belirgin, ne söylediklerini biliyorlar. Ufkun Öte Yanı, iyi ve kötünün verdiği mücadelenin romanıysa, karakterleri de iyiler ve kötüler diye ayırabiliriz. Peki Hristo nerede yer alır diye sorulursa ne diyeceğiz? Çoğu kişi kötü dese de, toplumda kötüden de öte olan ‘gamsız, vurdumduymaz, kalıbının adamı olmayan,’ gibi tanımlamalarla kahramanın yerini belirlememiz mümkün. Bilmeden çok kötülük yapandır, ona sevgisiyle ruhunu teslim eden Refika aslında zangoç Hristo.
Serfinaz Hanım, adeta Refika Hanım’ın ölümünden sonra onun ruhuyla ortaya çıkarak Aren’e yardım eli uzatıp görevini tamamlamasında yardımcı olan iyilik perisidir. Refika Hanım’ı iyi tanıyan ve her şeyi önceden kestirebilen, kötülere karşı göğsünü siper eden, Aren’e maddi manevi yardım eden, onu hep destekleyen, -günümüzde böyle insanlar az görülse de- baskın bir karakterdir Serfinaz Hanım.
Yazar, bizlere toplumun zihninde derin yaralar bırakan 6-7 Eylül 1956’da İstanbul’daki Rum ve Ermenilerin ev ve işyerlerinin talan edildiği ya da 9 Kasım 1938’de Nazilerin, Yahudilerin ev ve işyerlerine yaptığı kanlı baskınlar ve daha başka insanlık utancı olan olaylardan bahsederken ‘utanç bizleri ayakta tutar,’ diyen düşünürün sözünü hatırlatarak romanda Hristo’nun Refika’yı yüz üstü bırakmasından kaynaklı hayatı boyunca yaşadığı utancı bize göstermektedir. Nitekim romanın sonunda Hristo’yu görünce okur olarak derin bir heyecan yaşadım. Hristo konuşunca kalın bir kalastan farkı olmayan, utancıyla ayakta kalıp ölmeyen boş bir bedenle karşılaşıyoruz. Hristo’yu ayakta tutan, Refika’ya yaptığı büyük haksızlıktan kaynaklanan utançtır.
Refika Hanım’ın özellikle monologları oldukça şiirsel, her sayfa bizlere meseller ve masallar diyarının kapısını aralıyor. Masallarda hep bir akış, heyecan ve tekrar vardır. Tuhaf sesler, uğultular, sanrılar bizleri düşsel bir yolculuğu çıkarır. Romanın girişindeki polisiye gelişmeler, yerini mistik bir yolculuğa bırakıyor. Uzunhasanoğlu’nun, sağlam edebi bir birikime sahip olduğunu, gönderme yaptığı yazar ve şairlerle anlıyoruz.
Roman, köksüzlüğe atıf yapıyor. Toplumda insanların köklerini abartılı anlattıklarına ya da sessizce sustuklarına şahit oluruz. Eskiden birisinin köklü olup olmadığını öğrenmek için, ‘Sen yedi dedeni sayabilir misin?’ diye sorarlardı. Refika Hanım, dedesinden kalma defteri kökü, geçmişteki âşık olduğu Hristo’yu köksüzlüğü olarak görüyor.
Romanın ana karakteri hiç şüphesiz Refika’dır. Her şey onun etrafında, hayallerinin veya hayal kırıklıklarının etrafında dönmektedir. Aren ve Serfinaz Hanım, Refika Hanım’ın hayallerinin ve hayatının birer parçasıdırlar. Hayatının ve hayallerinin parçası olamayan Hristo ise hep Refika’nın kalbinin arafındadır. Romanda öğrenmek istediğim ve merak ettiğim ama öğrenemediğim tek husus, Hristo’nun kalbinde kaynayan kuyuda kimin var olduğuydu. Büyük bir ihtimalle Hristo’nun kendi bedeni diyebilirim. Çünkü Hristo son bölümde Aren’i çağırarak onunla konuşmak istediğini söyler ve Aren, ‘gerek yok’ dediğinde hepimiz şaşırırız. Çünkü yazar, Hristo’nun kendi cehennemini yaratarak orada kendi ruhunu yok ettiğini bize anlatmaya çalışır. Aren’in gördüğünün ise boş bir bedenden ibaret olduğunu ifade eder yazar.
Ez cümle, Ufkun Öte Yanı, kadim kültürlerin, ritüellerin peşinde bizleri çok düzgün ve akıcı bir dille buluşturan, geçmişi gelecekle bağını sahici bir şekilde kuran son dönemde yazılmış en başarılı romanlardan biridir diyebiliriz.
Muharrem Erbey – edebiyathaber.net (21 Kasım 2018)