Sibel Doğan’dan, Remzi Karabulut’un “Acı Gösteri” adlı öykü kitabı üzerine bir yazı.
Remzi Karabulut, “Acı Gösteri” ile ayna görevini layıkıyla yerine getiriyor. Siz de o aynaya bakmaya ne dersiniz?
Firik, olgunlaşmadan toplanmış buğday, demek. Refik Halit Karay firik için “Pilavında bir taze çimen ve ilkbahar kokusu vardır.” diyor. Öyle bir betimleme yapıyor ki insanın ağzında hatta aklında o tat kalıyor. Tıpkı Remzi Karabulut’un öyküleri gibi.
Remzi Karabulut, son kitabı “Acı Gösteri”deki öyküleri “Firikler, Ve Öbürleri” adlı iki bölümde topluyor. Yazarın, delileri ve takıntıları artık onları normal bir yaşantıyı sürdüremez hale getirmiş insanları bu bölümde anlatması “firik” sözcüğünü özellikle seçmiş olabileceğini düşündürüyor. Öyküleri bitirdiğimizde şaşkınlıkla karışık bir hayranlıkla kalakalıyoruz. Belki o anda sorulsa ne anlattığından çok hangi duyguya kapıldığımızı tartmaya çalıştığımız bir tutulmayla ne cevap vereceğimizi bilemediğimiz gibi. Bunda öykülerin kısa oluşu çok etkili. Kısa ve çarpıcı. Olay örgüsünü kısa öykülerine sağlam yerleştirmesi ve öykü kişilerini betimlerken her cümlede gözlemi hissettirmesi de ayrı bir etken. “Kızın Babası” adını taşıyan ilk öykü, bir mağazaya büyük bir öfkeyle girerek müşterilerinin önünde mağaza sahibini ‘Oğlunu kızımdan uzak tut yoksa…’ diye tehdit eden bir adamı anlatıyor. Hiç çocuğu olmayan bu tuhaf adamın, kızdığı bir komşusunun “ o benim için zaten öldü” diyerek yaşadığı halde salâsını vermesinin mi, ölü evinde herkes dua ederken onun bu baskıyı hiç hissetmeden lahmacunları ağzına tıkıştırmasının mı, umumi tuvaletten çıkınca peşinden parayı vermediği için bağıran adama hiç aldırış etmeden yürüyüp gitmesinin mi daha mizahi olduğunu düşünürken, yazar, bu öyküyle hepimizin bir biçimde dahil olduğu “Acı Gösteri”yi başlatıyor.
“Allahın Kulu Sabah” adlı öyküde zayıf, çelimsiz, güçsüz iki dost -Sabah ve köpeği Soytarı- onları ayakta tutan tek şeyin “küfür” olması üzerinden kurgulanıyor. “Yeryüzünde onun kadar güzel küfreden başka insan görmedim. Küfürle geçinirdi. Onu tanıyanların bazıları kendilerine de küfretsin istiyordu. Kadını kızı bile. Kimse alınmazdı, gücenmezdi. Tersine severlerdi. Para verip kendilerine küfrettirenler bile vardı.”(s.13) Küfür yüzünden cinayetlerin işlendiği bu toplumda insanların küfreden birini bu kadar anlayışla karşılamaları, bu kadar aldırmamaları, iki şey düşündürür: Bu kişi ya bir çocuk ya da bir delidir. Remzi Karabulut’un öykülerini okudukça onun delilikle çocukluğu birbirinin içinde erittiğini, kitabın neşeli ve hüzünlü dünyasında yol aldıkça da insanların büyüdükçe ve bilgeleştikçe(!) ne kadar sıkıcı olduklarını fark ediyoruz.
“Yılanların Dölü” adlı öyküde ise çocukluğundan beri yılanlarla oynayan, sonrasında yılansız yapamayan, onlarsız yiyemeyen, uyuyamayan belki de bu yüzden babasının ölümüne neden olan öykü kahramanının yaşamına tanık oluyoruz. Bu bölümde yer alan öykülerden bir diğeri “Yılancı Yunus” adını taşıyor. Öykülerde buna dair herhangi bir şey belirtilmese de önceki öyküde yılanlara tutku derecesinde bağlı olan kişiyle Yılancı Yunus’un aynı kişi olduğunu seziyoruz. Bu çıkarımda öyküleri arasına gedik açarak okurunu bir öyküden diğerine geçiren Remzi Karabulut’un kurgusunun başarısı yadsınamaz. Yılancı Yunus’la anlatıcı arasında geçen şu diyalog yazarın neden bu insanları anlattığının ipucu gibi: “Ne istiyorsun sen bu yılanlardan yazık değil mi ya zarar verirlerse birilerine?”, “Zarar vermezler. Biliyorum. Ben bunlardan hiç korkmam.”, “Senin korktuğun bir şey var mı?” … “Ben insanlardan korkarım. Çok korkarım.”, “Neden?”, “İnsanların ne zaman ne yapacağı hiç belli olmuyor.”(s.38) Bu konuşma Karabulut’un gerçek bilgeliği delilik olarak gördüğünü düşündürüyor okuyucuya. “Beklenmedik Buluşma” adlı öyküde Yılancı Yunus’un sevdiğine-Dilan’a-dair söyledikleri okurun bu düşüncesini pekiştiriyor: “Sevmek başka, evlenmek başka. Beni seviyor Dilan ama başkasıyla evlenecek. “Sen ne diyorsun peki bu işe?” “Bir şey demiyorum. Dilan beni sevsin, başkasıyla evlensin, bir şey olmaz. O benimle evlenmez, yılanlardan korkar çünkü. Ben Dilan’ın korkmasını istemem, severim çünkü onu.”(s.29-30)
“Acı Gösteri” kitaba adını veren öykü, “acı”nın ve “sanat”ın birleştirici gücü üzerine. Öykünün anlatıcısı sokaklarda ayran satarak geçimini sağlarken bir yandan da resim yapar. Yaptığı resimlerden birinin adıdır “Acı Gösteri”. Bu tablo, hiç tanımadığı, bambaşka bir yaşamın içinden gelen Cem’le anlatıcının birbirini anlamalarını sağlar.
Yazarın, öykülerinde yerel söyleyişlere yer vermesi üslubunun belirgin özelliklerinden biri: “yoyulduk, murt dalı, murtçu baba, küncülü kazan simidi, keleş yapmak, limon somurmak”… Karabulut’un, Akdeniz insanının gündelik konuşma dilinden yararlanarak dilinin duruluğuna samimiyet de kattığını söyleyebiliriz.
Remzi Karabulut, kitaptaki öykülerinin hiçbirinin sonuna nokta koymuyor, bir virgül atıyor sadece. Öykülerini bittiği yerden okurları yeniden kursun, hayallerinin sınırını kendi çizsin istediğinden belki de. Karabulut, öykülerinde yaşadığımız toplumda bizi rahatsız eden birçok konuya da değiniyor ama anlatacaklarını alttan alta işliyor, bunları okuruna bilinç aşılamak üzere kullanmıyor.
Kitabın son öyküsü “Kebap” ile yazar kapanışı da çok etkileyici yapıyor. Erkek zulmünün kadının yaşamının her alanına sindiğini, karısını kebap yemeye götüren adamın, yemeği kadının burnundan fitil fitil getirişini bu öyküyle anlatıyor. Öyküyü okurken kadınla birlikte biz de kebaptan bir lokma ısırıyor, zorlanarak yutuyor ve adamın laflarıyla ölü etine dönüşen kebabı kusuyoruz. Onun utandığı gibi utanıyoruz bizler de yaşananlardan. Yaşananlara tepkisizliğimizden, çaresizliğimizden…
Allahın Kulu Sabah, Deli Sakkur, Yılancı Yunus, Coni Eko, Sessiz Osman ve diğerleri… Remzi Karabulut, öykülerinin birinde Hakan Tabakan’ın “Şehir ölür aslında ölünce delileri” dizelerine yer veriyor. En azından şehri öykülerinde yaşatmak için onları canlı kılıyor ve bize “Deliliğin Tarihi”nde yer alan şu sözleri hatırlatıyor:
“Akıl, kendini ancak deliliğin zıddında, deliliğin zıddı olarak tanımlayabiliyor. Öyleyse delilik, toplum düzeninin varlığı için gerekli çünkü bu düzen ancak kendi negatifinin aynasında kimlik bulabiliyor.”
Remzi Karabulut, “Acı Gösteri” ile ayna görevini layıkıyla yerine getiriyor. Siz de o aynaya bakmaya ne dersiniz?
Sibel Doğan – edebiyathaber.net