“Eğer mutluluğun bir sırrı varsa, modern bir nüktedanın dediği gibi, bu sır sıkı sıkıya korunuyor. O kadar iyi korunuyor ki –eğer varsa– çok ama çok az insan ne olduğunu biliyor.”
Mutluluğu nasıl bilirsiniz? Evet, soru bu haliyle belki bir parça kasvetli. Bir ağıta hazırlanır gibi; geçmiş zamanda kurulmuş bir cümle olsa, Genç Werther’in “mutluluğu”ndan dem vurarak bilebiliriz onu. Oysa bir şampuan reklamındaki ışıltılı, dalga dalga saçlar da olabilir yanıt. Ürkek bir çocuğun yıldızlı pekiyi dolu karnesi de. Günlerdir aç gezmiş, şimdi elinizden yemek yiyen sokak köpeğinin gözlerindeki yansıma da olabilir. Ya da bir dinin emirleri altında yatan gizli güdü. Belki emrin ta kendisi. Ya da iyi bir ölüm. Evet, onurlu bir yaşamı taçlandıran ölümdür belki yanıt. Ya da dünyadan hazla derlenebilecek, derlenmesi –olmadı haşince sökülmesi– gereken tek çiçek. Ahlaki bir zorunluluk? Toplumsal konumu mühürleyen koca bir sırıtış? Pazarlama stratejisi? Alışveriş merkezlerinde müşterisini saran baş dönmesi belki. Ama belki tam da “benliğimizin gölgesi” olan bir arayış… Mutluluk.
Mutluluğu nasıl bilirsiniz? Biliriz, öyle böyle, bir şekilde biliriz. “Şey olmayan bir ‘şey’” olarak biliriz. Belirsiz, kimi zaman sersefil ama içte ansızın patlayıveren bir kaynak olarak. Katı diyetlerimizi bozmak pahasına kollarına atıldığımız entelektüel bir kaçamak olarak. Veya hiç de entelektüel olmayan bir kaçamak.
Mutluluk ona buna sığmaz, yere göğe konmaz; atsan atılmaz, satsan satılmaz bir kavram. Yeri geldi mi pespaye; o kadar her yerde ve her şeye sinmiş ki durup düşününce, bu mutluluktan bir şey çıkmaz diyor insan. Oysa kavramın tarihsel örgüsüne biraz bakınca, insanın tüm düşün tarihine kıvrımlarını, kasislerini veren bir kavram. Şanssız bir kavram işin doğrusu. İnsan gibi; hem yerde hem gökte.
Darrin McMahon böylesi ele avuca sığmaz bir kavramın, hepimizin en yaramaz çocuğunun tarihi peşine düşüyor Mutluluk’ta. Bu alçakgönüllü bir takip; McMahon işin başında çalışmasının mutluluğun tarihlerinden yalnızca biri olduğunu belirtiyor. Haksız da değil bu sakınımlı tavrında; bu denli dağınık (yani, dağıtılmış ve olur olmaz yerde harç edilmiş), bu denli öznel (ama öznesi gibi nesnelliğe kök salmaya hevesli) bir kavramın kapsayıcı ve tüketici tarihi yazılamaz. Ancak Mutluluk yine de alçakgönüllü bir deneme olmanın ötesine geçiyor. Kendinizi bir anda düşünce tarihinin bir alt katmanında, biçimlendirici derinliklerinde buluyorsunuz.
“ ‘İnsanlığın tarihi’ni yazmak gibi bir girişimde bulunma niyetim olmasa da bir mutluluk tarihinin, en azından başlangıç noktası olarak, bir düşünce tarihi olması gerektiğini düşünüyorum; farklı ahlaki, felsefi, dini ve eklemek isterim ki politik bağlamlar içerisinde gelişen, daimi insan amaçlarının ve hedeflerinin oluşturduğu kavramların bir tarihi.”
Bu tarihi, yine sakınımlı bir kullanımla, Batı düşünce tarihi olarak sınırladığını belirten McMahon, şaşırtıcı olmayacak şekilde, yolculuğun çıkış noktası olarak Antik Yunan’ı alıyor. Ve erdemin mutluluğundan, talihin kollarına, oradan acının kutsayıcı kurtuluşuna uzanıyor. Zamanın ruhu ne zaman başka renge bürünse, yeni bir mutluluk tanımı ve yeni anahtar kavramlar çıkıyor karşımıza. Ya da belki tam tersi. Ne zaman “eski” mutluluk dolaşımdan kalksa, yeni tanımın –eskisinin acısını çıkaran yeni tanımın– şekillendirdiği bir düşünce sistemi sarıyor azdan çoğa, herkesi. Orta Çağ’ın Kara Ölüm’den nasibini alan bin bir renkli umutsuzluğunda yeni mutluluklar filizleniyor; işte, “doğmadan ölmenin mutluluğu” –bebekler bu yüzden ağlamıyor mu?
Aydınlanma da payını alıyor elbette. O Aydınlanma ki peşine düşülecek dünyevi bir hak –ve belki av– olan mutluluğu hâlâ derin izleriyle yansıyor gülümsemelerimize. “En çok sayıda insanın en büyük mutluluğu”; bunu duymuyor muyuz sık sık? Aydınlanma’nın arayışı devam ediyor: “politik bir aritmetikle” denklemlere dökülen mutluluk. McMahon’un takibi de sürüyor, çünkü mutluluk her çağda, her elde başka bir yüzünü göstermekten hiç vazgeçmiyor. Devrim’in taşkın coşkusunda mutluluk, kendi çocuklarını yiyen mutluluk, belki tam da melankolide yolunu bulan bir arayış; mutluluk… Napolyon’un bedbahtlığından Hegelgil “tarihin boş sayfaları”na uçuyoruz; hep mutluluğun kanatlarında.
Geçmişimiz de bugünümüz gibi, mutluluk arayışıyla damgalanmış, biçimlenmiş. Evet, damga da biçim de hâlâ üzerimizde. Elbette hâlâ geçmişten getirdiklerimizle yakalamaya çalışıyoruz geçmişin ve şimdinin mutluluğunu.
“Mutluluğa ulaşmak için günümüzde verilen hiçbir çaba, bu geçmişi – göreceğimiz üzere, her zaman mutlu olmayan bir geçmiş – iyice gözden geçirmeden anlaşılamaz. Mücadele, hayal kırıklığı ve umutsuzlukla dolu olan mutluluk arayışının karanlık bir tarafı vardır.”
Mutluluk’un sayfaları boyunca okuduğumuz, kendi tanımını yeniden ve yeniden, bir öncekinin küllerinden biçimlendirirken, insan ruhunu ve insanın her edimini, etkinliğini peşi sıra sürükleyen; hem çok bildik hem yabancılığıyla bir o denli ürkütücü ve hayranlık veren bir arayış, bir güç. Ütopyaları yontarken bir yandan da dünyayı karartan bir güç, bu mutluluk arayışı. Dinlerin bedenlenişini bir de ona sormalı; karamsarlığın kuşatıcılığını onda aramak gerektiği gibi. Marx’ın “eserlerinin sayfalarında dolaşırken akla gelecek ilk konu” olmasa da emeğin benimsenmesi ve içselleştirilmesinde aranabilecek mutluluk mu bu sözü geçen? Yoksa şimdi, her kitapçıda rafları süsleyen, ne kadar mutluluğun, nasıl bir ruh idmanıyla (ve zafer haykıran sırıtma becerileriyle) elde edileceğini anlatan; anlattığını dayatan bir kültürden güç alan sihirli-değnek-kitaplarda sözü edilen mi? Mutluluk’un son bölümünde (ki belirtmeden geçersek McMahon’un espri anlayışını hiçe saymış oluruz, bölümün adı “Mutlu Son”) böylesi “yaşamsal destek” kitaplarının adlarından oluşan minik bir derleme de var. Çünkü yeter ki “Yaptığınız Her Şeyde Mutluluğu Bulun.” Ya da daha akıl sağlığı yerinde bir yorum isteyenler için, “Bu başlıkların bu kadar yaygın olması her şeyin pek de yolunda gitmediğinin göstergesi.” Ve “Mutluluğun cazibesi, kısa sürede ruh halini değiştiren ilaçların alım satımında kendine rahat bir yer bulacaktır. Bulmuştur bile.”
Çok uzatıp kimseyi mutluluğundan etmemek gerek. Mutluluk, insanı mutluluğa –saçından tutup– sürüklemeyen, yine de mutlu eden kitaplardan. Düşünmenin ve yeniden düşünmenin, yeniden değerlendirmenin; insan ruhuna ve tarihine başka bir açıdan bakmanın o dile gelmez neşesini veriyor çünkü. Ve belki, zayıf bir umut ama belki, bu verimli neşe mutluluğun ta kendisine uzanan yollardan biridir.
Elbette bu neşede büyük katkısı olan, Mutluluk’un çevirmeni Kıvanç Tanrıyar’a teşekkür ve tebrik iletmeden söz bitmez.
Söz bitti, kalan Mutluluk’ta ve vice versa.
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (10 mayıs 2013)