Söyleşi: Gamze Erkmen
Tekin Yayınevi tarafından geçtiğimiz yılın Aralık ayında yayımlanmış olan Sünepe, zaman ve mekân algısı olmadan yazılmış, sıra dışı olarak nitelendirilebilecek, dikkat çekici bir roman. Rıdvan Gecü tarafından kaleme alınmış olan bu romanda, temelde etiketle(n)me, yalnızlık ve insanların toplumda bir gruba dâhil olma çabaları oldukça akıcı bir dille işlenmiş. Gecü’nün ilk romanı olan Sünepe’den önce, bir şiir kitabı yayımlanmıştı.
İlk olarak, Sünepe ilk romanınız ama ondan önce Kırmızı Perfect adında bir şiir kitabınız yayımlanmıştı. İkinci kitap olarak neden şiirle devam etmeyip roman yazmayı tercih ettiniz?
Yazılış sıraları doğru olmasına karşın kitapların yayımlanma sürecinde kronolojik bir hata var. Sünepe, Kırmızı Perfect’in görücüye çıkmasını kolaylaştırmak amacıyla yazmaya başladığım bir nevi proje-metindi. Romanın okuyucusu daha çok, romanı yayımlatmak daha kolay, önce Sünepe çıksın, araya bir şekilde şiirleri de sıkıştırırım dedim. Roman yazmayı tercih etme nedenim başlangıçta buydu. Ancak olaylar tahmin ettiğim gibi gelişmedi. Sünepe’yi henüz bitiremeden Kırmızı Perfect’i yayımlatma imkânı buldum. Sünepe, daha yayımlanmadan misyonunu tamamlamış bir kitap oldu fakat ben yazmaya devam edip onu da bitirdim. Hangi inadın uğrunaydı bilmiyorum. Velhasıl buradayız.
Romanınızda, okuyucu isterse zamanı ve mekânı, hatta başkarakterin ismini bile kendisine göre belirleyebilir. Şiirlerinizde de genel olarak düz yazı türüne daha yatkın bir biçim kullanmışsınız. Yazarken okur ile sohbet havasında yazmayı mı tercih ediyorsunuz?
Yazarken okuyucuyu yok kabul ediyorum. Yok saydığım bir şeyle sohbet edemem, dolayısıyla bu bilinçli bir tercih olamaz. Ancak yazdıklarımı okuyanların, yayınevi editörünün Kırmızı Perfect’in arka kapağında da belirttiği gibi, “bu zor görevi sanki çok basit bir şey yapıyormuş, sanki bir okul arkadaşınız sizinle konuşuyormuş gibi beceren” bir şiir yazdığımda mutabık olması, benzer görüşlerin Sünepe için de paylaşılıyor olması, “hayır sizinle sohbet etmiyorum, yanılıyorsunuz” kavgası vermemi zorlaştırıyor. Yazarken kendimi muhatap alıyorum ama muhtemelen kitaplar okunurken o ben siliniyor ve okuyan kendini muhatap zannediyor. Bu zannın altında kalmaktan memnunum. Onları bozmayacağım.
Romanınızda ve bazı şiirlerinizde geçen etiketleme konusuna gelirsek; sizce Sünepe’nin de söylediği gibi, insanları “etiketlemek, onlara kulp takmak, yaftalamak”, içgüdüsel olarak fark edilmeme kaygısından mı doğar?
Biz bunları kitaplarımızda hep yazdık: “Etiketlemeye ve etiketlenmeye olan bu merakımızın, varoluşumuzu teyit ettirmekten başka bir amaç taşımadığına dair herkesle iddiaya girerim. Hatta biriyle iddiaya girmenin tek amacının da aynı sebep olduğunda diretebilirim; direnecek birini bulursam diyelim.” Ben varım, bunu benden başkası da bilsin istedim, kitap çıktıktan sonra bu kaygıyla ben de birilerine kulp takmış olabilirim. Bir yerlerde muhakkak “nitelikli okuyucu” demişimdir örneğin, nicelik tatmin etmeyince sizi fark eden azınlık okuyucuya ister istemez, hiçbir geçerli argümanınız olmadan, bir nitelik atfediyorsunuz çünkü. İçgüdüsel olarak. Evet.
Yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak, karakterinize isim koymamanızın sebebi, insanların isimlerinin onlar üzerine yapıştırılmış birer etiket olduğu düşüncesi olabilir mi?
Karakterin bir isme, bir mekâna, bir zamana ihtiyacı yoktu, kendince daha önemli dertleri vardı, o dertlerin yanında, bir adının olup olmamasının esamisi okunmazdı. Hem isme ihtiyaç duyduğu anda bir ismi de oldu, isim vermedik diyemeyiz. Karakterin adını âşık olduğu kadının koymasının kurguya dahil bir anlamı vardı. Âşık olduğu kadını da onun ağzından dinledik mesela, kadının adı da Sünepe tarafından sürekli değiştirildi. Aynı kadının, Muazzez olmasının da, Elif olmasının da, bileklerini kesen kadın olmasının da ayrı ayrı anlamları vardı. Bu değişkenlik, karakterin söyledikleriyle bir uyum içerisinde; benim kitabın yazarı olarak buradan hangi düşünceyle yazdığımı açıklamam Sünepe gazozunun gazını kaçırır. Okuyucuya güveniyorum. Bir şey anlaşılması gerekiyorsa, onlar anlayacaklardır.
Sizce yalnızlık, yazabilmek için güçlü bir tetikleyici olarak değerlendirilebilir mi?
Yazmak için başka bir tetik bilmiyorum ben.
Romanda yer alan “pamuk edebiyatı” deyimini biraz açabilir misiniz?
Kitapta Orhan Pamuk hakkında yazdığım iki cümle, kitabın her şeyinden daha çok konuşuldu. Bunun sorulmadığı bir söyleşi hatırlamıyorum. “Onları söyleyen karakterdi, ben Orhan Pamuk’u severim” dediğim de oldu, bütün suçu üstlenip Masumiyet Müzesi’nden hareketle pamuk edebiyatını kötülediğim de oldu. Biraz kaçak dövüşüyorum mecburen. Hakkımda “Yeniyetme bir yazar çıkmış, ilgi çekmek için Pamuk’a sallıyor” denmesin diye uğraşıyorum. Sünepe’de, Yeni Hayat ve Masumiyet Müzesi’ni okumuş ve “Orhan Pamuk bu muymuş” diyen bir yazarın, aynı kredinin yüzde birini kendisine vermeyen okuyucuya sitemi var. Çevremde hayli Pamuk hayranı olduğu için “hakkını mı yiyorum acaba” dürtüsüyle sonradan, başyapıtı olduğu iddia edilen Kara Kitap’ı ve son eseri Kafamda Bir Tuhaflık’ı da okudum. Fikrim değişmedi, daha da netleşti. Orhan Pamuk kitaplarında edebi bir ağırlık yok, çok fazla sayıda karakterin yaşadıkları olayların tutarlı bir kurguyla anlatılması var. Aynı kalabalıktan Tanpınar’ın nasıl sıyrıldığını görmüşüm. Beni etkilemesine imkân yok artık. Seven yine sevsin, okuyan yine okusun ama yazdığı, pamuk edebiyattır. Okuyuculuğuma laf söyletmem.
Bundan sonraki kitabınız yine roman türünde mi olacak, yoksa şiirlerinizle mi yola devam edeceksiniz?
Roman için iştahım yok. Uğraştığım birkaç metin var ama şimdilik bir yere varacağa benzemiyorlar. Arz talep dengesinde silinip gideceğimi tahmin ediyorum ama yine de büyük konuşmayayım, dünya hali. Kazara ölürüz ve okuyucuyla aramızdaki perde kalkar, her şey olur. Bu ay içerisinde, yine 160. Kilometre’den, ikinci şiir kitabım çıkacak. Kitapta okuyucuyla sohbet etmedim. Baştan anlaşalım.
Söyleşi: Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (2 Haziran 2015)