Robert Sabatier’in İsveç Kibritleri üzerine bir inceleme | Neslihan Hazırlar

Nisan 3, 2025

Robert Sabatier’in İsveç Kibritleri üzerine bir inceleme | Neslihan Hazırlar

Goncourt Akademi Üyesi Robert Sabatier’in  İsveç Kibritleri romanı, yayın hayatına merhaba diyen  çiçeği burnunda Eriken Yayınları tarafından Şubat 2025’te basılarak raflarda yerini aldı. Francis Esmenard’ın önsöz yazdığı kitabın ilk sayfasında aydınger üzerine Ali Emre Ölmez’in çizdiği Paris’te bir sokak eskizi yer alıyor.

Robert Sabatier,1923-2012 yılları arasında yaşamış çok sayıda şiir, roman, deneme, aforizmalar yazmıştır. Fransız Şiiri Tarihi’nin de yazarı olan Sabatier, Fransa’nın en önemli edebiyatçılarındandır. Edebi yaşamında ürettiği eserlerde tanıklık ettiği olaylar çokça yer alır. Çocukluğunu, unutulmaz bir eser olan Olivier’ın hikâyesinde anlatan, aynı zamanda Montmartre’ın yoksul çocuklarından biri olan Sabatier, İsveç Kibritleri ile büyük bir başarı elde etmiştir. 

Yasemin Çalıkır’ın çevirisinden okuduğumuz romanda olaylar 1930’ların Paris’inde geçiyor. İki dünya savaşı arasında toplumun ekonomik zorluklar içinde yaşadığını, gelir adaletsizliğinin  olduğunu, çalışanlara hafta sonu tatilinin henüz uygulandığını anlıyoruz. 

Roman ben anlatıcı ile başlıyor. Anlatıcı sanki karşısındaki birine mektup yazar gibi anlatıyor. Sokağı betimlerken, bunu Balzac gibi doğadan esinlenerek yapıyor. Daha sonra Oliver’ı yalnızlık ve kimsesizlik örtüsüyle sarmalayıp okura takdim ediyor.

1929 Krizi sonrası Avrupa’da olduğu gibi Fransa’da da 1930’ların ekonomik,  ideolojik ve siyasi olarak gerilimli, bunalımlı yıllarının yaşandığı atmosfere bir sokak üzerinden  bakıyoruz. İşsizlik, geçim sıkıntısı kahramanımız Oliver’ın yaşam koşullarını etkiliyor.  Bazı kitaplar vardır ki, okuduktan sonra o şehre gitme isteği uyandırır. Şehre gidildiğinde ise kitabı orada yeniden yaşarsınız. İsveç Kibritleri, işte böyle bir kitap ve okuru Paris’te gezdiriyor. Meydanları, caddeleri kafeleri hakkında fikir sahibi olurken insanların en zor yaşam şartlarında bile  nasıl ve nerelerde sosyalleştiğini gösteriyor. Duru bir anlatımla okuru sarmalayan kitapta betimlemeler bir taş ustasının ince  işçiliğini barındırıyor.

Pierre Laval, Hitler, Mussolini, Stalin, geçenlerde ölen Brian’s gibi isimlerden söz etmedikleri zaman yalan ve durgun bir hal alan sohbetler için bir araya gelirlerdi. Yeni bir savaşın patlak vereceği söylentileri kara bir bulut gibi üzerlerine çökse de gerçekte kimse buna inanmazdı, ancak bir deli ülkesine modern savaş araçlarının uçakların tankların ve zehirli gazların kullanılacağı böylesine korkunç bir savaşa sürükleyebilirdi. (sf.48)

1930’lar hemen her yerde diktatörlerin iktidara geldiği yıllardı. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Portekiz’de Salazar, İspanya’da Franco, Macaristan’da Horty, Polonya’da Pilsudsky, Bulgaristan’da Tsankov, Yunanistan’da Metaxas, 1930’lara  damga vururlarken, Sovyetler Birliği’nde Stalin iktidarı bulunuyordu. Belçika, Hollanda, İngiltere ve Fransa’da liberal demokrasi adı verilen parlamenter rejimler ayakta kalmıştı.   Roman,  siyasi havayı karakterlerin sokaktaki sohbetleri üzerinden okura aktarıyor.

Sinematografik anlatımı ve konusu itibarıyla Pier Paolo Pasolini’nin “Kenar Mahalle Çocukları” kitabından izler barındırıyor. Her iki kitapta da ailelerinin ve Tanrı’nın terkettiği, toplumun dışladığı çocukların sokakta var olma mücadelesi yer alıyor. Kahramanımız Oliver ile okur, kimsesiz bir çocuğun tıpkı “Küçük Kara Balık” gibi kendi çevresinden çıkma arzusu ve varoluş çabasını izliyor. Annesiz kalışıyla boşlukta sallanan bir sarkaç gibi kendini oradan oraya vuran Oliver, bir sokak çocuğunun simgesel karakteri.  Annesinin ölümünü nasıl algıladığı, çocuğun üzerinde yarattığı travmanın dışavurumu okuru çarpıyor. Oliver’ın sokaktaki diğer  çocuklardan yediği dayaklar, güçlü olanın hayatta kalacağı mesajını veriyor. Bunun yanında  mahalleliden gördüğü şefkatle karışık acıma duygusuna, kuzeninin geçim derdine rağmen onun evinde kalma isteğine, hiç tanımadığı amca ve yengesinin onu kabullenmesiyle yok olacak özgürlük tutkusu ile baş etme çabasına tanıklık ediyor, okurken biz de Oliver’ın yaşam mücadelesine çözüm arıyoruz.

“Aslında üçü birbirleriyle oldukça iyi anlaşıyorlardı. Oliver, dini eğitim almamış olmasına rağmen bazen bilinmeyen Tanrı’ya seslenerek “Lütfen onlarla kalmama izin ver…” diye tekrarlıyordu. Sadece onları sevdiğinden değil, kim bilir hangi mucizeyi hayal ederek onlarla birlikteyken kendini tuhafiye dükkanına ve Virginie’ye daha yakın hissediyordu. Annesinin hayali ona sık sık göründüğünden kabusları azalan çocuk artık daha az ağlıyordu.” ( sf.148)

Necib Mahfuz’un Midak Sokağı’nda olduğu gibi sokaktaki insanları yazar, okura takdim ediyor ve onların gündelik yaşamlarını Oliver’ın onlarla olan ilişkisi üzerinden okura aktarıyor. Oliver, sokakta yaşayanların  evine girdiğinde evlerinin içi, kullandıkları eşyaları onun gözünden betimleniyor. Bununla birlikte girdiği her evden bir şey öğreniyor. Oliver’ın kaderini sokak belirliyor.

“Oliver, aslında yanlış bir şey yapmadığını ve felaketlerin nerede olursa olsun, kendisinin sebep olmasına gerek kalmadan bir şekilde başına geldiğini biliyordu. (sf.293)

Sokak, insanların acılarının, kahkahalarının oyunlarının, şarkılarının, ağlamalarının, gürültülerinin sergilendiği bir mekan. Bu mekanın karaktere dönüştüğü bir alan aynı zamanda. Oliver, sokakta hem kalabalık, hem yalnız. Ölümü, kaybı, yazgıyı, kimsesizliği, yokluğu bir arada yaşayarak bu ağırlıkla küçük yaşına rağmen baş etmeye çalışıyor.

edebiyathaber.net (3 Nisan 2025)

Yorum yapın